11 Eylül 2008 Perşembe

SON 17 ocak 2008

Arkadaşlar,

360 artık miadını doldurmuştur bana göre... Tuhaf tuhaf insanlardan gelen ve hiç de masum olmayan mesajlardan bunaldım valla.

Bundan böyle http://durbircaykoyayim.blogspot.com adresindeyim. Ve açıkçası, buradaki bütün arkadaşlarımın da oraya geçmesini çok isterim... tek yapmanız gereken bir gmail adresi almak. toplu halde geçersek bize kimse bişi yapamaz orada:) www.blogger.com adresine girip gereken işlemleri yapmanız 5 dakika filan sürüyor, ne olur üşenmeyin de gelin benimle... ya da en azından yukarıdaki adresten takip edin, yorumlar yazın filan... hem var ya, blog isminize siz karar veriyorsunuz, bu da çok eğlenceli birşey zannımca.

neyse, ben gidiyorum.

hoççakalıım

İSTANBUL GAZİSİ 9 ocak 2008

Aslında sakız gibi uzadıkça uzayan çeviriye devam etmem gerekiyor. Ama bir mola verdiğimde iki şeyi dank etti kafama: 1. mola vermek tüm dikkati dağıtıyor 2. blog yazmayı özlemişim. Nasıl olsa dikkatim dağıldı, e hadi blogu da yazayım dedim hemen. Buna mantıkta birşey denirdi, birinci önerge (var mı böyle bir kelime?) ikinci önergenin nedeni, ya da ikincisi birincinin sonucu ya da birbirleriyle pek alakalılar, veya kıl olurlar birbirlerine, ya da en iyisi susayım.

İstanbul tatili kimseye tatil olamadı pek; ne deliler gibi yemek yapan anneme, ne gezecek çok yer bulamayan çocuklara, ne de koca bilgisayarını çalışmak üzere taa oralara taşıyan bana... Ama bir şekilde iyi geldi işte, hava değişimi, yatak değişimi, tatsız tuzsuz yemeklerden şahane yemeklere terfi, İstanbuldaki 15 yıllık evimizle vedalaşma turları, facebooktan bulunan eski arkadaşlarla orada burada buluşmalar, işverenimle tanışma, çok sevdiğim birkaç arkadaşa gitme, vs... Değişmeyen birkaç şey vardı: her seferinde aman da aman çocukları şimdi kimbilir hangi müze, park, saraya götüreceğim diye gidilen İstanbulda sadece vapur gezisi, Maltepe sahilinde yürüyüş ve Moda parkında 1-2 saatle yetinmek, aynısı ve daha güzelleri Ankarada da varken, İstanbuldaki Migros, Carrefour, Koton, Beta gibi muhtelif mağazalara görsel hücum (lüften dokanmayınız, hele almaya kalkmayınız uyarılarını düstur edindim), İkea manyaklığı, vs vs...

- Bir ilk okul arkadaşım taa Pendiklerden geldi beni 5 dakika görmeye. Ay çok hoştu, beni görünce de gözleri doldu. Ne tuhaf bir his ya, ben böyle şeyleri ancak olay bittikten birkaç gün sonra idrak edebiliyorum. Biraz haksızlık oldu, sanki ben de ağlamalıymışım gibi hissettim ama tanıyorum ben kendimi, sulugözlülüğüm bile idraka bağlı. Mesela şimdi sorun, gözlerim parlar hemen Şennur deyince...

- Evimizden ayrılırken de üzülmem gerektiğini hissettim. Ama sadece his işte, denedim denedim bir türlü üzülemedim... O eve taşındığımızda üniversiteye yeni girmiştim, hem saçlarım filan daha gürdü, öyle kırk takla atmam gerekmiyordu şekle girsin diye. Ferhat ve Serdar o evdeydi hala, kimse evli değildi annem ve babamdan başka, ve evi dağıtmaya daha müsamalıydı annem. Ne diyeyim, bende evlere, döşemelere, balkonlara bağlanma hissi yok deme ki...

- Bir bilgisayar masanız yoksa, hadi onu geçtim, her hangi bir masanız yoksa, seyahatlerinizde asla ama asla yanınıza devasa bilgisayarınızı almayınız, bel ağrısı yapıyor... Bendeniz 10 gün boyunca, bir zigona yerleştirilmiş bir ekrana bakmak, ve yerde hali üzerinde oturmak suretiyle çeviri yapmaya çalıştım. Ben oturdum, ayaklarım kalktı, ben okudum ellerim kaçtı vallahi de...

- Ankaradan yakın arkadaşla İstanbulda buluşmak da matrak. Gerçi bizimkisi biraz kısa ve ani oldu ama olsun, yapamadığımız ama yapabileceklerimizi hayal etmek bile eğlenceliydi; gidemediğimiz deniz kıyısını, içemediğimiz biraları, denemediğimiz ayakkabıları düşünmek bana yetti.

Bu kadar mola yeter ay, bi dahaki molaya dek hoççakalın aligatörler

GEÇMİŞE GÖZ KULAK OLMALI 26 OCAK 2008

Çağlacım televizyonda Hepsi 1'i izliyor. Bilenler için yapabileceğim birşey yok artık, ama bilmeyenleri uyarayım: çocuklarınızı, ve özellikle kızlarınızı Hepsi fırtınasından koruyunuz, kapı, pencere, göz kulak kapayınız, gerekirse yoga yaptırınız... Yeter ki bulaştırmayınız bebelerinizi bu dört kıza. Hayır, aslında pek bir gıcıklığım yok onlara karşı, ama dizilerinde öÖyle fena oynuyorlar ki, onlar adına utanıyorum kimi zaman. Kimbilir onlar kendilerini izlerken ne düşünüyorlar.

Annem salondaki televizyonda bilmem ki ne izlemekte. Çağlayı bizim odaya kışkışladığına göre yine epey gereksiz bir diziye bakıyordur. Babam ve kardeşim de, nasıl karar verdiler bir anda bilmiyorum ama, babaannemin vasiyet niyetine bıraktığı yüzlerce mektup ve fotoğrafa bakıyor. Sanırım Ferhat bir kısmını Almanyaya götürüp aile tarihimizle ilgili bilgi toplayacak. Of ya, neler var neler mektuplarda. 1927 yılına ait bir tanesi mesela; dedem tarafından nişanlısı babaanneme, hem de Türk harfleriyle yazılmış. Çok esprili, uzun ve sevgi dolu. Ben dedemi hiç tanımadım. Daha babamlar gençken vefat etmiş ne yazık ki... Çok merak ediyorum onu, ama açık renk teni ve muzip bakışları dışında hiç bir şey bilmiyorum hakkında. Derler ki, baba tarafımızın o espri sever hali hep dedem sayesindeymiş... Babaannemi ise 2001'de kaybettim. Çok hoş bir kadındı; uzun süre önce gözleri görmeyi, kulakları duymayı reddetmişti, ama o eline aldığı gazeteyi gözünün ucuna yaklaştırarak okumaya, televizyona kulaklık takarak seyredemediği şeyleri en azından dinlemeye çalışırdı. Bize hep okumamızı salık verirdi, ne bulursak okumamızı. Elimde okuyacak birşey (restoran broşürleri, faturalar, eski günlükler vs) olmadan tuvalete dahi gidememem belki de bu yüzden.

Mektuplar arasında bir sürpriz bekliyordu beni: 99 yılında Japonyadan babaanneme yazdığım bir mektup, o da ikinci sayfası sadece... taa oralardan herhangi birine mektup yazdığımı bile hatırlamıyorum oysa ki. ne güzel, babaannem kimbilir ne sevinmiştir. iyi ki kedi olalı bir fare tutmuşum da mektup atmayı akıl edebilmişim o her daim kendimi küçük hissettiğim Japonyadan...

Velhasılı kelam, kimse kazık çakmıyor bu dünyaya, ama böyle sonsuza dek yaşayacağını sanırken filan insan pek güzel şeyler yaratıp bırakıyor kazığını sökenlere... Diyeceğim şu ki, artık mektup yazmak zulüm olduysa, siz de e-postalarınızı saklayın biryerlerde. Torun torba okumazsa siz okursunuz arada.

ELMA DERSEM ÇIK 25 ocak 2008

Yarebbim nasıl bir dilek dilediysem işin ardı arkası kesilmiyor, biri bitmeden diğeri geliyor vallahi de... Yani öyle bir dilek tutması yaşıyorum ki, sanki ne istesem olacakmış gibi hissediyorum. Ah, ne güven verici bir his...

İstanbuldayım ben. Kayanın, artık yeter ya biraz da gez, diyeceği kadar da çalıştım hem. Yani kocama da bunu dedirtebildim ya, süper hiper bir taktikçi olabilirmişim. Sen bütün yıllar boyunca dur dur, ne eve para getir, ne de eli boş geldiğin eve bak, sonra günün birinde şans kapıyı tıklatınca 1 ay çalışıver ve kocan sana pek bir acısın. Amma da akıllıymışım ben yav.

İstanbul'da kaybolmak çok kolay. Sanki kaybolalım diye varolmuş bu şehir. Yani şahsen burada bulunduğum zamanın yüzde 80'ini kaybolmakla geçirdiğimi söyleyebilirim rahatlıkla. Hiç zorlanmadım üstelik. Kendimi bu şehrin çarpuk çurpuklukta Ankara ile yarışan yollarına bırakmam yetti (bkz. başkasına bok atmak). Oooouuoo (anlaşıldı mı hangi ünlemi kullandığım?), nerelere gitmek isteyip de nerelere vardım bir bilseniz... Hiç alakası yokken mesela, ve hedef arkadaşımın Halkalıdaki eviyken üstelik, bir sabah gişelerden girip Avcılara ulaştım. Oradaki gişelere para ödeyip çıkışımı yaptıktan sonra tekrar İstanbula döndüm. Bitti mi? Bitmedi. Hedefe hemen ulaşmak çok can sıkıcı be üstadım, ben biraz daha sürüneyim bari diyerek bir mobilya sitesinin (MORPA mı MOPET mi MELON mu ne) önünde buldum kendimi. Bunun üzerine yol sorduğum 8 çeşit insan da "hö?" "haaaaa?" "buyır?" şeklinde 8 farklı ifadeyle karşılık verince ağlama kıvamına gelerek sabah varmam gereken yere öğleden sonra vardım. Olsun, zaman değil varılan hedef önemlidir (oldu canım).

Bitmedi. Arkadaşımdan dönüşte kardeşime gitmem icap etti. İcapçılık kötü birşey, hemen yerine getirmezsen darılır. Akşamın o vakti, radyoda lounge müziği çalarken, ve bütün ama bütün yön-yer levhaları son anda karşıma çıkarken, üstelik daha evden itibaren 2. sapakta yolumu şaşırmışken, nasıl olur da 1 saat yerine 15 dakikada hedefe ulaşmam beklenebilir ki benden? Benden hem de. Safi İstanbul şaşkını, Kezban ötesi, yani neredeyse içkisine ilacı kendi koyan tavuk karası arkadaştan... Kimbilir ne hayaller kuruyorum yollarda da sapakları kaçırıyorum. Hayır, hatırlasam şu hayalleri gam yemem, arabadan inerken tek aklımda kalan kilometre ibresi oluyor, Oha lan daha dün almıştım benzini, hemen nasıl 160 km yaptım ben, demek için mesela...

Vakti zamanında, yani yani 2 sene önce bir yaz vakti, Kayacığımı İzmirden otobüse bindirip Kuşadasına doğru yola çıkmıştım da, git git bitmez otoban sonunda gişelere kavuştuğunda hayatımın cümlesini kurmuştu gişe memuru: "Abla sen Kuşadasına gitmek istiyorsun ama, bundan ötesi Yunanistan"... Meğer Çeşme yoluna sapmışım, üstelik Çeşme sapağını geçerken, anaaa burada eskiden Çeşme yoktu, nası yani, acaba yeni yol mu açtılar, diye epey bir düşünmüştüm. Söylemem gereksiz: İzmirden öğlen gibi çıkmış Kuşadasına gece onbir buçukta varmıştım. O günden beri ailemden kimsecikler ben geciktiğimde meraklanmaz...

Yani diyeceğim o ki, alışığım. Kaybolmaya, hayallere dalmaya, hiç görmediğim yolları geçerken panik yapmamaya, arabada yedek yiyecek bulundurmaya, kaçırdığım sapaklar için küfretmemeye... Ben alışığım da, çocuklara henüz normal gelmiyor bu durumum. "Anne bir kere de kaybolmadan gidelim" dedi Sinan geçende. Çocuk işte:))

KUPÜR KUPÜR MUTLULUK 4 ocak 2008

Geçen gün Vatan gazetesi büyük bir hizmette bulunup "2008'de mutluluğun 8 kuralı" diye bir haber yayınladı. Hoş, arka sayfada küçücük bir haberdi, ve bu yüzden millete ettikleri iyiliğin pek de farkında değiller dedirtti bana ama olsun, alacak olan alır, olacak olan da olur, hele ki mutlu olmanın sırlarını bir gazete köşesinde arayanlar gazete kupürünü yastığının altına çoktaan koymuştur...

Neden 8 kural, bu kurallar her yılla birlikte artacak mı, 50 yıl sonra kural bulmakta amma zorlanacaklar diye diye okudum haberi. Ve yemedim içmedim kendi hayatıma uyguladım, sanki öutlu olup olmadığımı anlayamayacak denli bilinçsiz biriymişim gibi:

1. Kendinizi çıkmazda hissettiğinizde 10 dakikayı kendinize ayırın. Sahip olduklarınıza şükredin. Bendeniz 24 saatimin yaklaşık 20 saatini zaten kendime ayırmış bulunuyorum. Bu durumda mutluluktan bayılmış ve etrafımdakileri bezdirmiş olmalıyım. Tüm sinirli hallerim, aceleci tavırlarım, yorgunluğum bundan: fazlasıyla mutluyum:) Hem gece yatarken de, sabah kalkarken de, tuvaletteyken veya tepeleme bulaşığı yıkarken de şükretmekten imanım gevredi. Demek ki fazlası zararmış.

2. Basit yaşayın. Günde en az 1 saat cebinizi kapatın. Cebimi kapamama genelde gerek olmuyor çünkü zaten gün içinde en fazla 3 dakika kullanıyorum aleti. O 3 dakika için de henüz nereden kapandığını bile bilmediğim yeni telefonumla harbe girmeye gerek görmüyorum, hayır mutluluğum bozulur o bakımdan. Hem benim kadar basit yaşayanına da zor rastlanır şu dönemde. Yemekti, düzendi, kişisel bakımdı, hiç birini doğru düzgün yapmayacak denli bir basitlik içindeyim. Bırakın gündüz orayı burayı gezmeyi, evden dışarı adım atmak bile zul geliyor, hani maazallah sahip olduğum mutluluk attığım adımlardan ezilir filan...

3. Çok alışveriş yapmayın. Kendinize "buna gerçekten ihtiyacım var mı" diye sorun. Aha, işte benim farkına varmadan kendime yaptığım bir iyilik daha. Alışverişe olan gıcıklığım öyle bir raddeye vardı ki "buna gerçekten ihtiyacım yok mu? belki de almam lazım" diye kendimi motive aşamasına gelmiş bulunmaktayım. Misal, 2 yıldır siyah bir hırkaya ihtiyacım var, ama el gitmiyor işte cebe. Mutluyum mutluuuu!

4. Spor yapın. Dışarı yürüyüşe çıkın. Terleyin. Ne spor yaparım ne yürüyüş, amma her Türk annesi ve ev kadını gibi sabahtan akşama beni terletecek bin tane görevle meşgulüm. Yani hani basit yaşamayı önerip de terleyin diyen zihniyete de buradan selam iletmek isterim.

5. Bulmaca çözün. Bir hobi bulun ya da yeni bir dil öğrenin. Ya bu haber beni feyz alarak hazırlanmış sanki. Bulmaca, tuvaletlerimizin en baş köşesinde yerini almakta, hobi fazlalığından böö gelmekte ve yeni dile ne hacet, öyle bir dil öğrenmişim ki 10 senedir çalış çalış bitmemekte. Ayh, bu kurallar bana bir beden ufak geliyoooor.

6. Kendinize gerçekçi hedefler koyun. gelecek ay 4 kilo vereceğim. Fransızca öğreneceğim gibi. Gazetenin verdiği örnekler başkalarına kalsın, ben gayet de gerçekçi hedeflerle boğuşuyorum: az para harcayıp ayın sonunu getireceğim, kreşten istenen faaliyetleri unutmayacağım, pörtlemiş çorapları yamalayacağım, ütümü zamanında yapacağım, tırnaklarımı haftaya keseceğim gibi...

7. Ya evinizi işinizin yakınına taşıyı ya da evinizin yakınında bir iş bulun. İşte en çok bunu sevdim. Yani yani bu konuda benden mutlusu olamaz: evim işyerim, işyerim evim. canım işyerim, evim hayatım. oohhh, pek mutluyum, ben çeviri yaparken çocuklar bas bas bağırsa da, sürekli telefonla, zille ve çocuk sorusuyla işim bölünse de, mutfaktan gelen yanık kokusu, salondan gelen televizyon sesi, halıda yürürken ayağıma gelen kırıntılar kafayı yedirtse de, işim evimin içinde, çok mutluyum çooook...

8. Bayramlarda ya da özel günlerde ailenizi ve arkadaşlarınızı arayın. Biz ailecek, deliye hergün bayram lafını destur alıp sadece özel gün bayram filan değil, her boş vakitte, hatta hiç dert değil, yoğunluktan imanımızın gevrediği zamanlarda bile aile büyüklerimizle görüşüyoruz zaten. Yani kardeşim burasi Türkiye, hem de göbeği Ankara. ne sanıyordunuz, burada herkesler aile büyükleri ile istese de istemese de muhatap oluyor zaten, üstüne bayramlarda el ensede ense omuzda vıcık vıcık mutluluğu yaşadığı yanına kar kalıyor.

Yani arkadaşlar, haberi okuduğumdan beri yatıyorum kalkıyorum mutluyum mutlu diye şarkılar söylüyorum. Gazeteye kalsa fazla mutluluktan zehirlenmiş olmam lazım şimdiye. Sadece bunu idrak etmekte biraz zorlanıyorum.

KUPÜR KUPÜR MUTLULUK 4 ocak 2008

Geçen gün Vatan gazetesi büyük bir hizmette bulunup "2008'de mutluluğun 8 kuralı" diye bir haber yayınladı. Hoş, arka sayfada küçücük bir haberdi, ve bu yüzden millete ettikleri iyiliğin pek de farkında değiller dedirtti bana ama olsun, alacak olan alır, olacak olan da olur, hele ki mutlu olmanın sırlarını bir gazete köşesinde arayanlar gazete kupürünü yastığının altına çoktaan koymuştur...

Neden 8 kural, bu kurallar her yılla birlikte artacak mı, 50 yıl sonra kural bulmakta amma zorlanacaklar diye diye okudum haberi. Ve yemedim içmedim kendi hayatıma uyguladım, sanki öutlu olup olmadığımı anlayamayacak denli bilinçsiz biriymişim gibi:

1. Kendinizi çıkmazda hissettiğinizde 10 dakikayı kendinize ayırın. Sahip olduklarınıza şükredin. Bendeniz 24 saatimin yaklaşık 20 saatini zaten kendime ayırmış bulunuyorum. Bu durumda mutluluktan bayılmış ve etrafımdakileri bezdirmiş olmalıyım. Tüm sinirli hallerim, aceleci tavırlarım, yorgunluğum bundan: fazlasıyla mutluyum:) Hem gece yatarken de, sabah kalkarken de, tuvaletteyken veya tepeleme bulaşığı yıkarken de şükretmekten imanım gevredi. Demek ki fazlası zararmış.

2. Basit yaşayın. Günde en az 1 saat cebinizi kapatın. Cebimi kapamama genelde gerek olmuyor çünkü zaten gün içinde en fazla 3 dakika kullanıyorum aleti. O 3 dakika için de henüz nereden kapandığını bile bilmediğim yeni telefonumla harbe girmeye gerek görmüyorum, hayır mutluluğum bozulur o bakımdan. Hem benim kadar basit yaşayanına da zor rastlanır şu dönemde. Yemekti, düzendi, kişisel bakımdı, hiç birini doğru düzgün yapmayacak denli bir basitlik içindeyim. Bırakın gündüz orayı burayı gezmeyi, evden dışarı adım atmak bile zul geliyor, hani maazallah sahip olduğum mutluluk attığım adımlardan ezilir filan...

3. Çok alışveriş yapmayın. Kendinize "buna gerçekten ihtiyacım var mı" diye sorun. Aha, işte benim farkına varmadan kendime yaptığım bir iyilik daha. Alışverişe olan gıcıklığım öyle bir raddeye vardı ki "buna gerçekten ihtiyacım yok mu? belki de almam lazım" diye kendimi motive aşamasına gelmiş bulunmaktayım. Misal, 2 yıldır siyah bir hırkaya ihtiyacım var, ama el gitmiyor işte cebe. Mutluyum mutluuuu!

4. Spor yapın. Dışarı yürüyüşe çıkın. Terleyin. Ne spor yaparım ne yürüyüş, amma her Türk annesi ve ev kadını gibi sabahtan akşama beni terletecek bin tane görevle meşgulüm. Yani hani basit yaşamayı önerip de terleyin diyen zihniyete de buradan selam iletmek isterim.

5. Bulmaca çözün. Bir hobi bulun ya da yeni bir dil öğrenin. Ya bu haber beni feyz alarak hazırlanmış sanki. Bulmaca, tuvaletlerimizin en baş köşesinde yerini almakta, hobi fazlalığından böö gelmekte ve yeni dile ne hacet, öyle bir dil öğrenmişim ki 10 senedir çalış çalış bitmemekte. Ayh, bu kurallar bana bir beden ufak geliyoooor.

6. Kendinize gerçekçi hedefler koyun. gelecek ay 4 kilo vereceğim. Fransızca öğreneceğim gibi. Gazetenin verdiği örnekler başkalarına kalsın, ben gayet de gerçekçi hedeflerle boğuşuyorum: az para harcayıp ayın sonunu getireceğim, kreşten istenen faaliyetleri unutmayacağım, pörtlemiş çorapları yamalayacağım, ütümü zamanında yapacağım, tırnaklarımı haftaya keseceğim gibi...

7. Ya evinizi işinizin yakınına taşıyı ya da evinizin yakınında bir iş bulun. İşte en çok bunu sevdim. Yani yani bu konuda benden mutlusu olamaz: evim işyerim, işyerim evim. canım işyerim, evim hayatım. oohhh, pek mutluyum, ben çeviri yaparken çocuklar bas bas bağırsa da, sürekli telefonla, zille ve çocuk sorusuyla işim bölünse de, mutfaktan gelen yanık kokusu, salondan gelen televizyon sesi, halıda yürürken ayağıma gelen kırıntılar kafayı yedirtse de, işim evimin içinde, çok mutluyum çooook...

8. Bayramlarda ya da özel günlerde ailenizi ve arkadaşlarınızı arayın. Biz ailecek, deliye hergün bayram lafını destur alıp sadece özel gün bayram filan değil, her boş vakitte, hatta hiç dert değil, yoğunluktan imanımızın gevrediği zamanlarda bile aile büyüklerimizle görüşüyoruz zaten. Yani kardeşim burasi Türkiye, hem de göbeği Ankara. ne sanıyordunuz, burada herkesler aile büyükleri ile istese de istemese de muhatap oluyor zaten, üstüne bayramlarda el ensede ense omuzda vıcık vıcık mutluluğu yaşadığı yanına kar kalıyor.

Yani arkadaşlar, haberi okuduğumdan beri yatıyorum kalkıyorum mutluyum mutlu diye şarkılar söylüyorum. Gazeteye kalsa fazla mutluluktan zehirlenmiş olmam lazım şimdiye. Sadece bunu idrak etmekte biraz zorlanıyorum.

GÜLE GÜLE SANA GÜLE GÜLEEE 27 aralık 2007

Yilin sonu geldi. Eh bir yilsonu degerlendirmesini hakketti bu blog, di mi ama? Blogun hakki bloga diyerek 2007'nin kisa ve sahsi bir ozetini gececegim musaadenizle;

- Ben gecen senenin bu gunlerini hayret ki net hatirliyorum. Bir vergi iadesi telasi almis basini gidiyordu. sirf benim ve Kayanin degil, Suha ve Cananin da fisleri arasinda kaybolmus ve (sıkı durun burasi cok tanidik) basimi kasiyacak zaman bulamamistim. Eh, o gunlerden baslayacak olursak, gelecek senemin cok daha verimli ve basarili gececegini tahmin ediyorum...

- Gecen sene sadece ve sadece kendi kendime ceviri yaparak ve gunun birinde muthis, saygi duyulasi, okundukca okunasi, gozleri kitap okumak ve bilgisayara bakmaktan sasi bakan bir cevirmen olmayi hayal ediyor ve buna engel olan herbirseylere kufur savuruyordum. Bu sene bu derin dileklerime biraz daha yaklastigimi hissettim,cunku artik kufur etmiyorum. Ayipmis kufur etmek, tersine herseyi sevmek gerekmis. Kiskancliktan catlasan da sevmeliymissin digerlerinin basarisini.

- Evimiz ayni ev, fekat L koltugumuz bize sevimli sevimli siritiyor salondan. eve baska da yenice birsey almadim bu sene. sadece camasir sepeti, cicek, birkac tabak canak gibi ufak tefek. bence bu buyuk bir basari. cunku aslina bakarsaniz ben onca satin alma hevesine ragmen sade olmaya cabalayan, evden atilan her parca esya icin zil takip oynamaya hevesli, kafasi karisik bir zatim. kafam karisik cunku bazen kantarin topuzunu kacirip bize lazim olan seyleri de "gozum gormesin seni, mendebuuur" diye gidecekler torbasina atabiliyorum. sonra da aaa, benim bir aynam vardi nereye koydum kimbilir, Kaya sen mi verdin birilerine aynami yaa, diye uste cikabiliyorum.

- cocuklar buyudukca buyuyorlar kardesim. biz bunlari aldigimizda bu kadar yemek yiyecekleri, bu kadar kapris yapacaklari ve boylesine gurultulu olacaklari soylenmedi valla. hem dilleri pabuc gibi hem de gozlerinden birsey kacmiyor. bir de birsey ogrendim gecende, soz verdigim seyleri onlar unutsa bile yerine getirmeliymisim. hah, oldu canim, bir sen eksiktin... bu sene cocuklar acisindan hem iyi hem kotu gecti aslinda. iyiydi cunku akillandilar ve onlarla sohbet etmek hic bu kadar zevkli olmamsti. kotuydu cunku bagirdigi zaman annelerinin ne menem cazgir oldugunu ogrendiler.

- Kaya ve isleri icin cok da iyi bir sene degildi acikcasi. cok uzun sure durgun ve verimsiz gecen is saatlerinden sonra, verdi bir karar ve kapatti poliklinigi. onun birseyleri bitirmede bu kadar inatci olacagini bilmiyordum ve bize anlattigindan cok daha fazla uzuntu duydugunu tahmin edebiliyorum.

- Gecen seneye oranla daha fazla kitap okudum, o bir gercek. ve yine gecen seneye oranla cok cok daha az tv izledim. bu da fevkalade sevindirici bir gidisat. ama bunda benim payim pek yok, sanirim cnbce'nin bu seneki dizi secimindeki basarisizlik asil neden. bir de kendimi harbi takdir ettim; orada burada yorumlarini okudugum, dinledigim tv dizileri, yarismalari filan hiic ilgimi cekmemis.

gec kaldim yarim birakiyoruuum

BEN ZUZAYLI MIYIM 26 aralık 2007

Facebooktaki cocukluk arkadaslarim grubumuza resim yukleyip duruyorlar. Kiminde ben de varim, kimiyse ben coktan uzak diyarlara tasindiktan sonra cekilmis. Fakat soyle bir durum soz konusu oldu: Benim de oldugu fotolarda kendimi bulamadim, sanirsiniz ki buyume donemimde evrim gecirmis ve yanlislikla hafizami da sildirmisim. Ben boyle kendimi bilmez halde fotolara bakadurayim, cocukluk arkadaslarim foto hakkinda, cekildigi gun hakkinda, ve hatta cekildigi an neler dusundukleri, uzerlerindeki kiyafetlerin nereden ne zaman alindigi, yaklasik 20 kisilik siniftaki diger cocuklarin ad-soyad-memleket-boy-ruh hali-ev adresleri falan filan hakkinda bin tane yorum yazmislar. durum boyle olunca da bir telas aldi beni, vay basima gelenler, ben kendi gecmisimi bilmiyorum, kimbilir ne iyilikler ne kotulukler yasadim, heyhat hicbirini hatirlamiyorum diye diye soylenip durdum.

Sonra soylenmeden durmaya ve biraz dusunmeye karar verdim. Neden hicbirsey hatirlamiyordum? Neden benim de iyi kotu cocukluk anilarim yoktu? Ve neden Allah askina, kucukluk deyince sadece ve sadece pembe gozluklerim ve sinik halim aklima geliyordu?

Aslinda cok basit. Oyle basit ki, anlatmakta zorlanabilirim:) Ben ilkokulu 5 ayri okulda tamamladim. Her seneye bir okul hesabi. Ustelik ikisi Almanyadaydi, hani su satoda oturtsalar yine de memleketim diyecegim ulkede. Sonra ortaokulu 3 ayri okulda, liseyi de 2 ayri okulda okudum. Yani benim arkadaslarimin isimleriyle simalarini biraraya getirmem bile bir mucize su anda, degil cekilen bir fotonun ayrintilarini hatirlayayim.

Ustelik biz cok tasinan da bir aileydik. Hepi topu birkac blok evden olusan Botas'ta bile sayisiz ev degistirdik, kimi zevkine kimi mecburi. Annem anlatir hep, evlendigimden beri 20 kusur ev degistirdim diye. Yani hicbirsey almadiysam bu surekli hareket halinde olma huyumu almisim annemden:)

Boyle gocebelige alisinca da bir yerde uzun sure kalmak, bir isi uzun sure yapmak, biriyle uzun sure iletisim kurmak zor geliyor. O yuzden mutemadiyen tasinmayi dusunuyor, tasinamazsam evdeki esyalarin yerini degistiriyor, kafede orada burada fazla oturamiyor, temizlik gibi gununde yapilmasi gereken isleri hep yarim birakiyorum. Biriyle uzun sure arkadaslik etmek mi? Eh ona da epey direndim ama sukurler olsun ki birseylerde sabit kalmayi basarabilen arkadaslarim var etrafimda... Cagla ilk dogdugunda yasadigim "Aman Allahim, simdi bunu geri veremeyecegim ben di mi?" paniginde de bu aliskanligin bir parca payi var zannimca.

Evet, insan nasil hissediyorsa oyledir. ve ben israrlara dayanamayarak kendimi zuzayli gibi hissediyorum.

ÇORBAYI YENİDEN KAYNATTIM, BUYRUNUZ İÇİNİZ 18 aralık 2007

Tam da yasanmaz ooolum bu sehirde, suyu cikti buranin derken, ve hatta suyu henuz yerinde duran kuresel-siyasi-kulturel hicbirseyine laf ettirmeyen sehirler-ulkeler ararken kendimize, lan evden disari ciktigim bile yok, ha burasi ha antartika diye dusunurken hem de, "ankara huznu" diye bir sayfa cikti karsima. tabi ki de kendi kendine gelmedi sayfa, ben de cagirmadim ustelik, ama cikti iste, birilerini arastirip hafiyelik yaparken googleda, sen cik karsima, hot lan soyletmem laf sehrime,dusundurtmem ben kotu sehrimle ilgili der gibi.

ankaranin huzunlu bir sehir oldugunu dusunmedim hic. ciddi deseler eyvallah, zevksiz binalar kenti deseler amenna, ve hatta gercek olamayacak kadar siradan deseler, siradanligin kitabi burada yazildi dedirtir, ama huzunlu... himm, nayir nolamaz, derdim. ama ankara huznu diye okuyunca anladim ne demek istediklerini. hem de ani bir huzne kapilarak. birgun gelir de ankaradan ayrilacak olursak ne hissedecegimi, ne kadar hissedecegimi, ustelik kac dakikada bir hissedecegimi sip diye aklima dusurdu bu sayfa.

biliyor musunuz ben burayi ilk gordugum gun aklima dusurdum. o zaman kizilayin orta yeri trafige kapaliydi, hayir benim gelisimi kutlamak icin degil elbet, sadece metro insaati baslatmisti Karayalcin. yine benim icin degil ama:) ziya gokalp caddesinin ortasina da, nasil getirdiyse, bir vagon koymustu, ki bu da karayalcinin gozumdeki absurd baskan imajini guclendiren en onemli seydir. bir vagon, neyi temsil eder, neden oradadir ve nasil olur da beni ankaraya bu kadar baglar bilinmez. tamam, adina yollar kapanacak, metro insaatlarina baslanacak biri degilim belki, ama iddia ediyorum, o vagon oraya benim icin konmustu. ozlem gelsin istanbullardan, gorsun camurlar, insan deryalari arasindan ve vurulsun diye. ve tam isabet.

tabi ki de universite sinav tercihlerimde ankarayi yazdim hep. biraz bagimsizlik derdine, ama en cok da Sedanin yanina, vagonlu sehre gelmek adina. bir kez yasamaya baslayinca, nasil ilk japon yemegimi tattigimda ben japon dogmaliymisim diye hissettiysem, ankaranin da gonlumdeki sehir oldugunu anlayiverdim. sip diye.

canimcim ankaracim, sadece seni degil, carpik curpuk kufur edilesi yollari, dedem yasinda binalari, fahis fiyatli evleri, bir turlu dolmayan baraji, kendini birsey zanneden ciddiyeti, disi farkli ici ayni magazalari, radyo odtuyu ve egeyifahirioktayi ve de bittabi ki istanbuldan donusu cok cok seviyorum. ama caktirmiyorum...

ve en en en cok da bana verdigin duzgun arkadaslari seviyorum. gideni de kalani da, tanidigimi da gormeden sevdigimi de.

kimileri icin gitmek kolaydir; benim icin degil, kimileri icinse mecburidir; umarim benim icin olmaz

UZAYDAN ATMOSFERE İNİŞ 17 aralık 2007

Yorgunluktan sehla bakiyorum.

Yastigi gorsem uyuyacagim.

Evdeki esyalar tozdan gorunmuyor.

Cocuklar kendi baslarina buyuyebileceklerini de kanitladilar.

Arkadaslarimin yuzunu unuttum neredeyse.

Peki neden? haftalardir suren Japonca İngilizce, teknik edebi, enteresan alakasiz ceviri maratonu yuzunden tabi ki de...

Ve fakat gercek dunyaya geri dondum nihayet! Ben değil miydim ya cevireyim dondureyim para kazanayim ismimi dergi kitap o-bu-su'da goreyim diyen? Bu iste bir yanlislik yapiyorum kesin. Ya birsey cevirmiyorum ve bostayim diye soyleniyorum, ya ceviriyorum ve tum dunya benden uzakta donmeye devam ediyor. İnsan bu kadar mi gerceklikten kopar...

Neyse geldim iste. Yazacak cok sey birikti amma bende hal mal kalmadi. Biraz dinlenmem lazim. Ve de bir sonraki ceviride nasil bir yol cizecegimi belirlemem. Hayatimi duzgun devam ettirirken isimi gorebilecegim makul bir yol. Bakin bakin, kelimelerim bile degisti. Hayatta "makul" kelimesini bu kadar dogal olarak yazacagim aklima gelmezdi. Ve idare, sevk, temin, tüzük, yönetmelik, yönetmemelik, vsvsvs...

cok yazmak istedim buraya bir an once. ama kafa toplamadan yazmak sacma olacak. hosgeldim diyecektim sadece. dedim de.

AKLIMIZ PEYNİR EKMEK 5 kasım 2007

Bugün yemekte: etli kereviz, kara lahana salatası.

İşte gerçek Özlem karşınızda. Soframız da hayat gibi bazen dopdolu bazen kuru bakır. Bu tamamen o günkü yemek yapma isteğimle ve alışverişte listemdeki bazı maddeleri almayı unutmamla ilgili bir durum. Alışveriş listesi yapmayı çok severim, fakat sanırım dışarı çıkarken bu listeyi yanıma almaya kendimi hazır hissetmiyorum. Anladığım kadarıyla ne kadarını hatırlayacağım diye kendi kendime yarış yapıyorum. Ve sonuç işte yukarıda: sanırım bir sebze bir salata malzemelik hafızaya sahibim...

Kaç zamandır yemeklerimi bol yapıyorum. Çünkü evimiz dışında Kaya'nın babasına da yemek yapmam gerekiyor. Sabit baba çok uzun süredir Alzheimer'den muzdarip. Son zamanlarda hastalığı biraz daha ağırlaştı, ama yine de kendi başına kalabiliyor evinde.

Bugün de yemeği yaptıktan sonra bırakmak üzere evine gittim. Beni tanımadığına kalıbıma basarım, ama elimdeki yemekleri görünce, ve tabi gerçekten de kibar bir insan olduğundan hemen buyur edildim. Ben dumanı tüten yemeği tabağa koyarken o her tarafının ağrıdığından bahsediyordu. Yakınınızda berinizde hiç Alzheimer hastası var mı bilmiyorum ama onlarla sohbet etmek hem eğlenceli hem hüzün vericidir. Eğlenceli çünkü 5 dakikada bir sohbet başa dönüyor, aynı şeyleri karşılıklı tekrarlıyorsunuz ve konuşacak bin tane aynı şeyiniz oluyor. Hüzün verici çünkü karşınızdaki sizden de kötü bir hafızaya sahip biri. Ne liste ne yemek, 5 dakikada bir konuştuğunu unutuyor. Önce tok olduğunu söyledi mesela, ben de salona geçelim o zaman dedim. tam salondaki koltuğa gömülüyordum ki, e ısrar ettin bari biraz yiyeyim dedi. söylememe gerek yok di mi, hiç ısrar etmemiştim. o yemeğini yerken karşısına geçip onu incelemeye başladım. karısı öldükten hemen sonraki hallerini düşündüm. onunla doğru düzgün sohbet edebildiğimiz, beni anladığı zamanları. torunlarını ve oğullarını tanıdığı zamanları. şimdi kim bilir beni kim sanıyor. hayır için ona yemek getiren bir komşuyum belki, ya da uzaktan, taa Ankaralardan gelen bir akraba (çünkü kendini memleketi Maraşta sanıyor). beni iyi besliyorsunuz teşekkür ederim, dedi bana. Ah bir bilse daha neler yapmak istediğimi. Bir bilse geç bile kaldığımı ve bunun için acayip vicdan azabı duyduğumu.

aklıma çemberimde gül oyadaki Yurdanurun Alzheimerli annesi geldi sonra. aklı iyice gittiğinde bile sadece torununu hatırlayacağına söz vermişti kadın kendi kendine. gerçekçi de olsa sonuçta o bir diziydi. ve bizim hakiki yaşamımızda hiç bir şey için söz verememiş, bütün gün ve gece televizyonun karşısında karanlıkta otururken kim bilir neler neler düşünen, çok yalnız ama yalnızlığının bile farkında olmayan, çökmüş ve bıkmış bir adam var. ve onu farkına bile varmadan çok seven, vicdanıyla baş edemeyen bir gelin.

öleceğim galiba, dedi giderken. hiç bir şey diyemedim.

RÜYALAR VE BULDOZER 3 kasım 2007

Bugün yemekte: kıymalı karnabahar, yoğurt çorba, yumurtalı peynirli fırın ekmek, kabak tatlısı


bundan böyle bloglarıma böyle başlayacağım. sonradan okuyunca vay beee demek için. tabi soframız hergün yukarıdaki gibi birkaç çeşit yemekle donatılmıyor. bizde standart bir sebze bir karbonhidrat yapılıyor. hele tatlı, hak getire. misafir de getirebilir. ama önümüze geldiği anla midemize indiği an aynı olduğu için evde tatlı yapılmıyor. sadece arada kendim için un helvası yaparım. malum günlerde çocuklara ve eşime daha nazik davranabilmek için.

bugün kabak tatlısı yapma nedenim, dün Sinan paşanın sabah uyanır uyanmaz bal kabağı istemesiydi. bu çocuğun bilinçaltının ya da rüya merkezinin filan kontrol altına alınmasını talep ediyorum. her sabah acayip acayip taleplerle karşıma çıkıyor zira. bir sabah, hiç de öyle taraklarda bezimiz yokken, onu uyandırdığımda ilk söylediği şey atın ingilizce ne demek olduğuydu. başka bir sabah dinozorların hali hazırda var olmasını diledi. başkasında yağmur yağsın diye gece dua ettiğini söyleyip, yağmurun yağıp yağmadığını sordu. ne gezeeer. neyse şimdi bakınca aslında bir çocuk için gayet normal, sadece biz büyükleri için azıcık fantastik kaçan dünyasını mantıkla yok etmek yerine desteklemenin, hatta araya kendimi de sokuşturmanın hiç de fena bir fikir olmadığını fark ettim. fakat hala bal kabağını neden istediğine aklım ermiyor. sonuçta bal kabağı testere ile kesilmesi, kabuk soyucu ile traşlanması ile filan benim fellik fellik kaçtığım, pek gereksiz gördüğüm, üstelik çekirdeğinden de hiç haz almadığım bir sebze. oysa dün kabağı bizim için soyan hala çocuk kalmış görevli, yapış yapış kabak sümüğüne batmış çekirdekleri çöpe atmak yerine bir torbaya koyup elime tutuşturdu. çocuklar kabak çekirdeğinin bal kabağından çıktığını öğrensin diye de ekledi. iyi adam...

bu arada iki hafta önce evimize gelen kardeşim ve karısının önüne ne koyduksam "ay kusura bakmayın, aslında daha güzel yapıyorum ama bu sefer pek iyi olmamış beğenmedim" deyip durdum. Serdar Rusçada buna "övgünün üzerine buldozerle gitmek" dendiğini söyledi. bu arada kardeşimin Rusçayı, deyimlerine atasözlerine dek nasıl öğrendiğini ben de bilmiyorum ve kendisini bu gizli hazinesinden dolayı tebrik ederim. neyse, bu buldozer olayı aslında karşısından övgü bekleyen her insanoğlunun kendini ilk başta kötüledikten sonra oturup karşıdan bir iki hoş laf beklemesiyle gerçekleşiyormuş. buna göre ben bütün haftasonunu buldozer kullanarak geçirmişim. yapmışımdır, yaparım da, hep yapacağımı da ekliyorum

SULU ŞAKA OLSAYMIŞ KEŞKE 26 ekim 2007

Çarşamba günü çocukları kreşten aldıktan sonra aheste aheste Eryaman tarafına döNdürdük rotamızı. Daha önceden de söylemiştim ya, polikliniğimiz kapandı ve satılığa çıktı. Gerçi alan da soran da yok ama olsun, kapısının üstüne eğri ve koca harflerle "tadilattayız, kapalıyız" minvalinde bir yazı bile asmışlar. Ben olsam, nasıl insansınız kardeşim, hiç hastalanmıyor musunuz lan neden kimse bize gelmedi, aha bakın bitti işte, şimdi ıhh bulursunuz iğne yapacak hemşire, gibi bir şeyler yazardım. Sonra da söylenen söylene gitti derlerdi arkamdan.

Polikliniğin Kıbrıs'ta yaşayan 4. ortağı dişçimiz Sadiye, satıştı devirdi, bir kaç işi halletmek üzere çarşamba günü Ankaraya geldi, ve bizim tıngır mıngır Eryamana yollanmamız da safi bu yüzdendi. Sadiye hayatta görüp görebileceğiniz en tatlı dilli insanlardan biri. Şİmdi çok düşündüm, "en" ne olabilir diye, en sevimli, en iyi, en komik, en rahat, en olumlu mesela. Ama hayır resmen ve net olarak en tatlı dillisidir diyebilirim. Dadından yenmez yani.. Her neyse, amacımız, hazır Sadiye de gelmişken poliklinikte son bir kez toplanalım ve sevgili işyerimize bir veda edelimdi.

Birçok arkadaşım polikliniği görmemiştir, hatta görmeyi boşverin, benim poliklinik hakkındaki hislerimi, orada çalışanlarla aramdaki elektriği, haftada ya da ne bileyim ayda ne kadar zamanımı polikliniğe harcadığımı filan hiiiç bilmezler. Ne garip geliyor şimdi. Sonuçta 10 yıllık bir yer, Kaya oraya ortak olduğunda çöpsüz üzüm misali bekar bir delikanlıydı. Ben ise adı çok duyulan, bahsi her an geçen ama bir türlü yüzünü göremedikleri sevgiliydim. Saçlarım sarıydı, tartıda da 1 kilo eksik çekiyordum. Çok severek ve özenerek açılan, elemanıyla röntgen aletiyle buzdolabıyla filan bir araya getirilip streç filmle sıkıştırılmış market işi tavuk butları gibi bir bütün, bir paket olan sevgili polikliniğimizi aslında ben çok seviyordum. Öyle ki, bekar evimden kalma üzeri ayak ve el izleriyle dolu kırmızı buzdolabımı çatı katında her görüşümde içim daha da bir ısınıyor, dişçi odasının önünden her geçişte o aletlerin oyma sesi bile bana ninni gibi geliyordu. İşin kötü tarafı ben bu hislerimin farkında değildim. Yani oraya o kadar bağlandığımı, veda ederken gözlerimin yaşaracağını, mutfağındaki kahverengi çay fincanlarının bile ne kadar tanıdık, benden olduğunu filan hiç bilmiyordum. Bilseymişim keşke.

O veda akşamında villanın arka bahçesine masamızı, mangalımızı kurduk, beyler içkileri, hanımlar kola-çaylarını aldılar (o gün öyle denk geldi, yoksa içiyor herkes her birşeyden), çocuklar oradan oraya koşturup dökülen sarı yaprakları hışırdattılar, hamile kedi düşen tavuk kanatlarını götürdü, meraklı ve dövülesi komşular ara ara sese baktılar, ve herkes konuştu, konuştu, konuştu. Gecenin sonlarına doğru diş odasına çıkıp Sadiyeyi çağırdım, hastasıymışım gibi. O da geldi ve dişime baktı. Sonra çocuklar geldi ve Sadiye onların da dişine baktı. Sonra çocuklardan biri hani şu su fışkırtan bir alet var ya, onu yere düşürdü ve alet pıslamaya başladım. Biz de korktuk ve aletin fişini prizden çektik. Ama o pıslamaya ve su fışkırtmaya devam etti. Sadiyenin ve çocukların üstü başı sırılsıklam oldu. Mevlüt abiyi çağırıp aletin icabına bakmasını söyledik, ama o da sadece ıslanmakla yetinebildi. Bunun üzerine Kaya geldi bizi merak edip. Gelenlerin ilk yaptığını o da denedi ve fişi prizden çekmek için yeltendi, hep bir ağızdan "çekiiiik" diye bağırdık. O da üstünü ıslatmakta gayet başarılıydı. Çocuklar dışında sadece ben ağzımı kapamış nefes almadan gülüyordum. Belki de benim dışımdaki herkesin ıslanmış olması sadece bana komik gelmişti. 15 dakika boyunca aletin sesini ve suyunu durdurmaya çalıştılar, sürenin dolumunda alet kendi isteği ile durdu. Geride sayısız ıslak pantolon ve çamurlu bir zemin bırakarak.

Az sonra kalkmaya yeltendik. Mecit, yıllardır yaptığı sünnetlerin hatırası olarak kendine bir sünnet seti hazırlayıp aldı. Sadiye hanım diş ünitinden ufak bir sarf malzemesi almaya karar verdi. Selmayla ben de mutfaktan artık elimize ne geçerse alıp saklamayı düşündük.

Gidiyor vallahi de, hem de içinde Çağlayı ilk tarttığımız çocuk tartısı, Sinanı ilk gördüğümüz ultrason aleti, bir türlü cızırdamadan çalamayan eski püskü el radyosu ile birlikte. Arabamıza binerken aklıma geldi; keşke bir miktar paramız olsa, keşke alabilsek orayı kendimize. Tamam, içini yaptıracak kadar da para olmaz muhtemelen, ama ne olacak poliklinik dekorlu bir evimiz olurdu altı üstü...


Galiba hayatımızda bir dönem sona eriyor. Üzücüymüş beee.

ECELİ GELMİŞ BİR KUYRUK 24 ekim 2007

- Annee bizim eve hırsız girer mi?

- Hayır hayatım pencerelerimizi kapatıyoruz, hem karşımızda askerler var, onlar görür ve yakalar hırsızları.

- Ben yine de korkuyorum.

- Ben de, merak etme.

Çocuklar bol hırsızlı, maceralı rüyalarına dala dursunlar, onlar uyuyunca beni de bir korku fırtınası sarıyor her gece. Neler var bu fırtınada neler: abi ne olacak şu Türkiyenin hali, barajdaki su yüzde ikiden birbuçuğa düşmüş, çevirimi iç mi ettiler yoksam, ya yarın metroya binersem de birileri metroyu kaçırırsa, Kayanın işi gücü ne olacak, vs vs. Bazı geceler tüm bu kaygılar beni bir esir alıyor, bir esir alıyor sormayın. Yoksa ben mi onları esir alıyorum. Yoksa onlar bile kurtulmak istiyorlar da ben mi yakalarına yapışıyorum... Her neyse, sonuçta kim kime ne yapıyor tam emin değilim ama kimi geceler gözlerim şiş şiş dönüp duruyorum yatağımda; yarın uyanacağız da bakalım neler bulacak bizi diye.

Küçükken en dehşet korkum denizden kocaman kocaman robotların çıkma ihtimaliydi. Tabi bilmiyordum, böyle bir şeyin "ihtimali" bile yoktu aslında. Ama korku bu, olacak olmayacak diye bakmıyor sonuçta, tam tersi, yusuuuuf yusuuuf sesini duymadan rahat etmiyor. Sonra bir de kaçırılma, boğulma, polis, öğretmen ve uzaylı korkularım da mevcuttu vakti zamanında. Boğulma dışındakilerin iplerini salıverebildim nihayetinde ama onların yerini çok daha korkunçları aldı zamanla. Gençlik yıllarımda sevgilim olacak mı, olacaksa terk edecek mi, okul müdürü ceket giymediğimi fark edecek mi, edecekse hangi kulağımı çekecek, sınıfta hoca bişiler okumam için beni seçecek mi, seçecekse dilim ne kadar peltekleşecek gibi, çocuk Özlemin arkasını bakmadan kaçacağı, şimdiki Özleminse hade len sen dert görmemişsin koçum diyeceği bin türlü saçmalıkla uğraşmak zorunda kaldım uzun süre. Fakat ne kadar korkarsam korkayım, ne sevgilimin beni terk etmesini, ne kulaklarımın müdür eliyle kepçe edilmesini, ne de dilimin pıss pısss diye peltekleşmesini engelleyebildim. Yani kalbim bin kez küt küt attı, ecelim bin kez hoşbulduuuk dedi mütemadiyen. Ve hala akıllanmadım...

Dünkü gece uykusuzluğum korkularımın içeriği ile değil, beni yönetmesi ile ilgiliydi. Uzun uzun düşündüm; bak dedim kendi kendime, bunca yıl hep ürkek tavşanlar gibi sen kaçmışsın o kovalamış, o yorulmuş durmuş, sen onu dürtmüşsün. Kime ne faydası olmuş tüm bu korkuların? Başın göğe mi erdi? Hayır. Dünyayı mı kurtardın? Yok canım. Robotlar gelse kulağını çekse çelme mi takacaksın? Daha neler abartmayalım. Hayır, sanki ürkünce dahiyane fikirler gelip beni buluyormuş gibi nedir bu örümcek ağları ile tutunmam korkuya? Yok abi vazgeçiyorum ben. Bana bir faydası dokunmayan pis-yılan-korku-duygusunu apartman görevlimiz Abidin Abiye teslim edip kapımı kapatacağım huzurla. Yeter valla be. Benim korkum ne güneşi doğduruyor, ne karnımı doyuruyor. Sadece, önceden bir hayvanmışım da insana dönüşünce kesmeyi unutmuşum gibi çürümüş pırt kokulu yeşil bir kuyruk misali arkamda dolanıp duruyor. Bitti, alıyorum elime makası, kesiyorum göbek bağını keser gibi.

Kesiyoruum

Kesiyoruuum

Kestiiim.

MEVSİMLER GELİR GEÇER 18 ekim 2007

Dün gece 3 gibi uyumamın salaklığım dışında hiç bir özel nedeni yok. Gün boyu itina ile içilen enfes duble çaylar, akşam Kaya koca ile hüptürülen süt tozlu nescafe bünyeye kafayı yedirdi. Öğlen esnemekten kilitlenen çenem gecenin o vakti ağzımdan çıkan küfürlere uyumlu bir açılıp bir kapanıyordu.

Neyse ne, dedim ki kendi kendime, gündüz vakti uyku halini en çok ne açar Özleeem? Tabi ki de blog yazmak. İki elimde on parmak var mı; vaaar, sağlam klavyem var mı; vaaar, yanımda da çayım var mı; e o da vaaar. O halde ne duruyorum, ne var ne yok diye sorduğunuzu varsayarak neyim var neyim yok ortaya dökeceğimdir.

- Evelsi gün çocuklar kreşte Arkadaşım Eşek şarkısını öğrenmişler. Ben de eve gelince hem on-parmağında-on-yüzük-sırma-saçlı Barış Manço'yu görsünler, hem de şarkının sözlerini iyice öğrensinler diye youtubeda klip açtım bunlara. Çocukcağızlarım Bremen mızıkacılarını gösteren klibi seyrederken ben de mutfakta yemeği hazırlamaya koyuldum. Ve işte o anda geldi. Birden bire, hiiç beklemediğim bir sırada. Tam da tencereye salça eklerken. Aniden ağlamaya başladım. Hem de hüngür hüngür. Öyle ki gözyaşlarım tencereye gitmesin, yemeğimiz tuzlu olmasın diye mutfağın ortasına dikildim. Orada, öylece ağladım, ağladım. Çünkü o şarkıyı çocukluğumdan beri çok severim. Uzun süredir duymuyordum, dinleyince ağlayacak kadar. Gözümün önüne kısacık boyu, sessiz yalnız haliyle çocuk Özlem geliverdi. Çok acıdım haline. Kaybolup gitti şimdi diye. Geride sadece o kısa boyu kaldı diye. Yav bu 30lu yaşlar hep böyle mi geçecek Allah aşkına...

- Kadın gibi kadın Müjde Ar benim her daim en favori artizimdi. Ne Türkan Şoray ne Filiz Akın, en balık eti, en çapkın bakışlı, en harbi film yıldızım. Onu milletin şimdi şimdi keşfediyor olması çok garip geliyor bu yüzden. Diyorum ki, hiç mi Teyzem filmi izlememiş bunlar, hiç mi ses tonunda etkilenmemişler, feministim diye geçinenler hiç mi görmemiş cesaretini. Hele Teyzem filmindeki Umuuur diye seslenişi, filmin sonundaki kahkahaları, zamanında az ağlatmadı bendenizi (tamam ağlak biriyim, ne yapayım).

- Oldum olası geçmişe meraklı olan ben, facebook ile iyicene kafayı yedim. Geçen gece saat 2lere kadar eski komşu, arkadaşın eski nişanlısı, milat öncesinden kalma öğretmen/öğrenci/kasap kim varsa aradım. Bulup da meraba desem gam yemeyeceğim. Fotolarına bakıyor, kimlerle arkadaşlık yaptığını inceliyor, peki o neden beni aramadı diye hayıflanıyor ama asla temasa geçmiyorum. Hayır, narin gözlerim şiştiğinde, uykusuzluktan bayıldığımda filan hiç biri gelip de anaam beni aramaktan mı oldu bunlar ah canııım demeyecek. Sonum meraklı kedininki gibi olacak, ona yanıyorum. Bu arada "çölde su arasam ütü bulurum, voltranı oluştursak g.tü olurum" diye bir grupla karşılaştım, ki sırf adı için bile üye olasım geldi...

- Dün arabayla eve dönerken bir cafe camında "garson aranıyor" ilanı gördüm. O an nasıl bir his geldi, in arabadan git başvur diye. Tek düşündüğüm müşterilerin vereceği bahşiş oldu. Acaba ne kadar bahşiş alırım ayda, maaaşımı geçer mi, müşterinin üzerine çay döktüğümde de bahşiş verirler mi gibi sorular beni eve kadar idare etti. Bundan birkaç yıl önce de evlere temizliğe gitme hevesim vardı. Hem de ben! Sanırım ruhumda çok miktarda amelelik mevcut...

- Hiç umudum yokken geçen gün yine aniden oturduğum yerden kalktım ve çiçekleri bakıma aldım. Yaz tatilinde hepsi perperişan hale gelmişlerdi, kuru yapraklardan toprakları görünmüyordu filan. Hem temizledim onları hem de sohbet ettim çiçeklerimle. Bazısına onu çok sevdiğimi, beni hiç üzmediğini söyledim, bazısına da fazlasıyla arsız olduğunu, bir gıdım suyla bile yaşama tutunduğunu, bazen yaptığı şeyin yaşamak olmadığını, böyle yaşamaktansa ölmeyi tercih etmesi gerektiğini anlattım. E ne yapayım, o da o kadar inatçı olmasın, ben evden atmaya çalışıyorum, o çoğaldıkça çoğalıyor.

- Japonca çalışmam da çok iyi gidiyor. Biraz parasızlık biraz içime gelen kocca bir heves sayesinde bütün günüm Kanji çalışarak geçiyor. E çalışanı görür Allah di mi? Peki ne zaman? Hani bileyim de ona göre davranayım. Şu devirde sadece zevkine ders çalışmak da enayilik gibi gelmiyor değil.

Şimdilik bu kadar, çünkü uykum açıldı. Çayım da bitti, gideyim de doldurayım.

Not: Yukarıdaki foto Ebru hanımdandır.

ER Mİ YAMAN BEY Mİ YAMAN 10 ekim 2007

Bizim Kaya ile arkadaşlarımızı gruplara ayırma huyumuz var. Daha doğrusu onun arkadaşlarını. Mesela Eryaman'da poliklinikten tanıdıklarımıza Eryaman tayfası adını taktık. Hiç zor olmadı. Gerçi bugün itibarı ile poliklinik tarih oluyor ama biz yine de onlara sabık Eryaman tayfası demeyeceğiz. Grup isimlerini değiştirmekten hoşlanmıyoruz (Ayyy, hani şu bir gayret evlenirler de karı koca hep biz biz diye bahsederler ya tek bir beyin ve ağızları varmış gibi, ona benzedi benimki de). Her neyse, Eryaman tayfasında yaklaşık, hımm, 15 kişi filan var. Ama biz daha çok (bak yine yaptım) 7-8iyle görüşüyoruz. Bu görüşmeler genelde evlerd bazen de Karayolları'nın lokantasında oluyor. Hepsini seviyorum, canayakın ve sabırlı insanlar.

Şimdi başka bir konuya geçiyorum.

Ben yemek yapmasını biliyorum. Aferin bana. Tabi bunu böyle yazınca yap da görelim diyebilirsiniz. Şimdiden uyarayım bazı şeyleri iyi bazılarını berbat yapıyorum. Mesela sebze yemeklerim, böreklerim, şerbetli tatlılarım tadından yenmez kıvamda (gerçek anlamda). Pastalarım, köftelerim, makarnalarım da yenmez kıvamda (bu da kelimenin tam manasıyla). Bir yemek yaparken özenip özenmemem, zamanımın olup olmaması, o yemeği yıllardır yapıyor olmam filan yemeğin iyi ya da kötü olacağının garantisi değil, yani özendim de yaptım diye size sunacağım her hangi bir yemek için, lan bi de özenmese ne olacakmış, diyebilirsiniz.

Şimdi bu iki konuyu bağlıyorum.

ERyaman takımını ilk kez eve yemeğe çağırmam taa evlenmeden öncesine denk gelir. O zamanlar Selma ile Mecit'in (ki tayfanın demirbaşları) 6 aylık emzikli (böyle mi denir emzirilen bebeğe?) bir bebeleri vardı. Selma aç, ne olsa yiyecek kıvamda. Mecitse zaten pek yemek seçmez, hele ki misafirlikte önüne salyangoz koy, muhtemelen yer. Neyse, ben tüm bunların ışığında düşündüm taşındım ve evime gelen ilk yemekli misafire tavuk yapmaya karar verdim. Tamam zamanım yoktu, tamam hayatımda hiç tavuk yapmamıştım ve tamam heyecandan elim ayağıma dolanmıştı. Ama bunlar, misafirin önüne pişmediği kalmamış, yanından berisinden kanlar akan tavuk koymama mazeret değildi. KOca koca tavuk göğüslerini sen har gibi yanan ateşin üstündeki kızgın tavaya atarsan, ateşi kısmazsan, hah üstleri pişmişse içi de pişmiştir diye yamuk bir mantık kurarsan o tavuktan kan da akar yağ da... Netice itibarı ile ne Selma ne de Mecit yiyebildiler tavuğu, fakat bu bizden ayaklarını kesmelerine yetmedi.

Yıllar içinde Eryaman tayfasını defalarca utanmadan, pes etmeden çağırdım yemeğe. Onlar da her seferinde utanmadan, pes etmeden geldiler sağolsunlar. Birinde top köfte sanıp küçük yuvarlak mozaik pastalarımı götürdüler ağızlarına (nasıl kötü bir histir tuzlu yiyecek diye şeker tatlısı bişey yemek bence), diğerinde yedikleri mercimekli börekten zehirlendiler (ertesi gün herkes ishal ve karın ağrısı ile boğuşuyordu), bir başkasında yaptığım cheesecakein hamuru pişmedi, ötekinde fırın tavuğum öyle suluydu ki tavukları bulamamıştık içinde. Buna benzer hatırlamadığım bin tane yemek verdim tayfama. Güleryüzümle, titrek ellerimle ve kirli mutfağımla. Kimse gık demedi, yüzünü buruşturmadı, yemek kursu tavsiye etmedi. İşin en ironik tarafı da, yıllar önce gittiğim bir yemek kursundan hepsinin haberdar olması.

Şimdi burada, beni tuhaf yemeklerimle kabul ettikleri ve sevdikleri için teşekkür etmek isterim onlara.

Bunu hak ediyorlar ne de olsa.

ŞİİR OKUYUN BİRAZ DA 8 ekim 2007

Nette buldum, aslında basit bir türkçe ile yazılmış ama sevdim ben. yazan aslında japonların ünlü bir yazarı, sanırım bir çocuk kitabında geçiyor.



Yagmura yenilmeksizin

Yagmura yenilmeksizin, ruzgara yenilmeksizin
Kara da yazin sicagina da yenilmeyen saglam vucuda sahip
Bencil olmayan, kizmayan her zaman sessizce gulen
Gunde dort tabak pirinc, miso* ve biraz sebze yiyip
Hic bir seye kendi duygularini karistirmaksizin
Iyice bakip dinleyen anlayan ve unutmayan
Yaylalarda cam agaclarinin golgesinde kucuk bir barakada yasayip
Doguda hasta varsa gidip ilgilenen
Batida yorgun ana varsa gidip hasadina yardimci olan
Guneyde olmek uzere olan biri varsa gidip korkulacak bir sey olmadigini soyleyen
Kuzeyde kavga eden tartisan varsa gidip "aptalca, birakin" diyen
Kuraklikta goz yasi doken
Yaz sogugunda bos bos dolasan
Herkes tarafindan ise yaramaz diye cagrilan
Ovulmeyen, yerilmeyen
Boyle bir insan olmak istiyorum

Miyazawa Kenji

UNUTULMAZ KİTAPLAR LİSTESİ 5 ekim 2007

Eveeet, şimdi gelelim tavsiye kitap listesine. Biliyor musunuz, şu anda kendimi acayip aylak hissediyorum. Aslında yapmam gereken birkaç iş var, ama kendimi bilgisayarın başından kaldıramıyorum. Böylece yok şunu okuyayım, yok bunu tavsiye edeyim, aman olmadı şunu da kafana atayım şeklinde listelenip duruyorum.

Amaan çok konuştum. Buyrun, buradan yakın:

1. Aylak Adam, Yusuf Atılgan (kendime çok uygun buldum:) Bu kitabı tatil dönüşü okudum, çok sevdim, hem de çok. Yusuf Atılgan'ı sadece Anayurt Oteli'nden bilirdim ve açıkçası keşke bilmeseydim lan derdim. Fakat adamımız müthişmiş, çok enteresan tespitleri var. Öyle ki hayatımda belki de ilk defa bir kitabı satırlarını çizerek okudum.

2. İnci Gibi Dişler, Zadie Smith. Zadie Abla epey genç. Ve bu ilk kitabı. Yine de oradan buradan epey ödül toplamış hınzır. Bu kitabı, Yüzyıllık Yalnızlık tarzı uzun soluklu romanları sevenlere tavsiye ediyorum. Şu bizim meşhur Elif Şafak'ımız çaktırmadan Zadie'den arak yapmış bazı ifadeleri, söylemesi benden.

3. Yaşamın Ucuna Yolculuk, Tezer Özlü. Gerçi kitabın ismi doğru mu emin olamadım. Yıllar oldu okuyalı. Tezer Hanım biraz depresif biri, e kitapları da bundan nasibini alıyor. Aslında kendi hayatından bir kesit sunuyor bu kitapta. Okunmaya değer diyorum.

4. Batan Güneş, Osamu Dazai. Valla bunu da okuyalı epey zaman oluyor ama hiç sıkılmadan heyecanla okuduğum nadir Japon yazarlardan olduğunu söyleyebilirim Dazai'nin.

5. Mutfak, Banana Yoshimoto. hehe, epey hafif bir kitap, hem içi hem dışı. Ama müthiş keyif verici, insanın içini açıyor konusuna rağmen. Mesela tuvalete filan koyun, iki günde biter. Hatta uzun kalanlardansanız bir buçuk günde son sayfaya gelirsiniz.

6. Isabel Allende'nin bir sürü kitabı. Ben Allende ile çok geç tanıştım, dört sene önce filan. Kitapları filme çekilen yazarlara biraz kıllığım vardı, galiba bu yüzden. İlk okuduğum kitabı Aşktan ve Gölgeden'di, sonra gerisi geldi. Gayet rahat yazan ve rahat okunan bir hanım.

7. Yaşam Başka Yerde, Milan Kundera. Aslında birçok kitabı içinde şans eseri bunu seçtim. Yoksa çok okunası bir yazar. Geçen gün bu kitabı karıştırırken rastgele bir sayfa açtım, şu yazıyordu: "Anne sevgisi erkek çocukların alnına, diğer çocukların yakınlık duymasını engelleyen bir damga vurur". Enteresan bir tespit. Bir kez daha okuyasım geldi.

8. Ay Sarayı, Paul Auster. Bu da rastgele seçilmiş bir kitap. Yakışıklı Paul bütün kitaplarını aynı serilikle yazmış, biz okurlar çok sıkılmayalım da diğer kitaplarını merak edelim diye herhalde. Bu, okuduğum ilk kitabıydı bu arada. Hatırlıyorum da, Ebru buradaydı henüz, ben evli değildim ve işte Ebrularda kalıp duruyordum cici cici. Bana o zamanları hatırlatıyor Ay sarayı, belki de bu yüzden sevgi ile anıyorum.

Ay bu kadar. Bir de şu var, bu kitapların çoğu artık tedavülden kalktı. Geçen gün Ebru bir kaç kitap almak istedi de, amanın sanki el yazması antik kitapları seçmiş gibi, neyi sorduysa yok. Yayınevleri okunmuyor diye yeni basım yapmıyormuş. Ama merak etmeyin, bende çoğu mevcut, geri dönmesi şartı ile isteyen istediğini alabilir yanii...

OKU BAKİİİM 5 ekim 2007

"Ablaa, senin kaç çocuğun var?"

"İki. Niye sordun ki?"

"Abla darılma ama ben hayatımda böyle pis bi araba görmedim"

"Hehe, ben de."

Listeme eklemeyi unuttuğum bir görevimi daha başarıyla yerine getirdim arkadaşlar. Yıkayan çocukla olan diyaloğumuza bakacak olursanız aslında bu şıkkın listenin en başında olması gerekirmiş ya, salla gitsin. Araba dediğine inip binersin, ne bal döküyoruz ne de kimseye yala lan şu paspasları diyoruz sonuçta. Araba benim koltuk benim. Ve hatta arka koltuklar için yapılmış, üzerine yazın o sıcağında sakız yapıştığı için şu anda beyaz olan siyah kültablası da benim.

Şİmdii gelelim yeni listeme. Aklıma sabahın 6sında gelip de uykumu kaçırdığı için yazmamak hıyarlık olur. Yeni listemizin başlığı "Okunacak kitaplar". Ne zamandır orada burada, Dost'ta İmge'de bakınırken, gerek kapaklarının güzelliği ile olsun, gerekse 1 liralık K dergisinin paparazzivari yazılarından gelen gıpta duygusu olsun, kafamda okunacak bin tane kitap var ne zamandır. Binini birden yazacağımı sanıp da hemen kapamayın sayfayı lütfen, şimdilik şu sıralayacaklarım bile beni bir sene oyalar gibime geliyor.

1. Boris Vian, Mezarlarınıza Tüküreceğim

2. Paul Auster, Son Şeyler Ülkesinde

3. Paul Auster, Timbuktu

4. Salman Rushdie, Geceyarısı Çocukları

5. D.H. Lawrence, Anka Kuşu

6. Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir

7. Yusuf Atılgan, Canistan

8. Hermann Hesse, Çarklar Arasında

9. John Fante, 1933 Berbat Bir Yıldı

10.William S. Burroughs, İçerideki Kedi

11. Franz Kafka, Açlık Sanatı

12. Orson Welles, Bay Arkadin

13. William Blake, Masumiyet Şarkıları

Burada bitiriyorum. Aslında gaz denilen olay işte böyle geliyor. Şimdi de siz sevgili arkadaşlarıma tavsiye edeceğim kitaplar aklıma geldi. Onu da bir sonraki bloguma saklayayım bari...

ATIN ÖLÜMÜ ARPADAN 2 EKİM 2007

Ne pis bir dunyada yasamya basladik di mi arkadaslar? Dunya eskiden beri boyleydi de biz simdi simdi fark ediyoruz belki de.

Yarina misafirim var iftara. Hayatimda bir kez olsun ihtiyatli davranmak adina alisverisi bugun yapmaya karar verdim. Niyetim lazanya almakti. Hem en sevdigim yemeklerden, hem catlasan da patlasan da kotu yapamiyorsun, hem de yapimi diger yemekler kadar suruyor. Neyse efendim, once kucuk marketlere girip ciktim; Cagdas, Makromarket gibi. Ama lazanya satmiyorlardi. Allah Allah diyerek Tansasa gittim. Baktim orada da yok. Sonunda taaa Allahin vadisinde bir Migros buldum, orada satilacagindan yuzde binbesyuz emin olarak girdim, fakat yuzumde binbesyuz hayal kirikligi ile disari ciktim. Migrosta satilmasina satiliyordu lazanya, ama o kadar ufak, o kadar ufakti ki cekilen disimin yerine kacsa hayatta cikaramazsiniz. Ben makarna reyonunun onunde mal mal dusunurken gozum tavuklara kaydi. Butunu ayri, gogsunu ayri, lades kemigini ayri sattiklari tavuklara. Yoksa tavuk mu yapsam diyerek oraya yoneldim ve bu kez tavuk reyonunun onunde bir sure mal mal dusundum. Neyi mi? Yillardir evime tavuk almadigimi, oyle ki tavugun ne sekilde pisirilip sofraya getirildigini bile unuttugumu, snitzellerin neden butlardan daha ucuz oldugunu, neden tavuklara kustugumu, bir acik hava mangalimiz olsa izgara tavugun iyi kokacagini, ama onu bile yapmayi bilmedigimi ya da unuttugumu, tavuklarin dogal ortaminda neyle beslendigini, biraz daha durursam beni heykel sanacaklarini, vs. vs... Ilk evlendigimiz yillarda evde hergun tavuk piserdi, cunku en kolay ve lezzetli o geliyordu. 7 yilda hayatima iki cocuk, uc ev, bir suru degisik sac rengi girmisti de, zavalli tavuklar hic hak etmedikleri sekilde kapi disari edilmisti. Sonunda ne lazanya ne tavuk, satin almasiz cikisa ani bir donus donup evin yolunu tuttum.

Sonra dusunmeye doymayarak sunlari da dusundum evde: Ben cok kucukken bir sureligine anneannemlerde yasamisim. Evde henuz evlenmemis uc teyze ile birlikte ustelik. Siz o besleme delisi teyzeleri dusunebiliyor musunuz; kendilerine emanet edilmis ufacik bir bebek-cocuk, anne babasi uzaklarda, hem azicik da zayif mi ne, ya Allaaah hadi bismillah yedir yedirebildigin kadar. Simdi rahmetli olan Cicek teyzem her aksam isten eve donerken bana yumurta alirmis, her aksam. Benim ilk ogrendigim kelimelerden biri yumurtaymis. Teyzem o yorgun argin haliyle hic usenmez bana kendi elleriyle bol tereyagli yumurtalar yaparmis, her aksam hem de. O yumurtalarin tadini hala damagimda hissediyorum, ama garip olan ne biliyor musunuz? Ben uzun zamandir yumurta da yemiyorum. Kokuyor cunku. Belki de kokmuyor ama burnum yine de hormonun, oradan buradan duydugum les gibi fabrikalarin, icinde nerede oldugunu bilmedigim kolestrolun, kus gribinin ve bunlara benzer bilimum sacma seyin kokusunu aliyor.

Sadede geliyorum: biraz once kendime bol yagli bir yumurta yaptim. Sagolun, afiyet oldu hakkaten de. Zararli diye hayatimdan, mutfagimdan kovdugum bir cok yiyecegi aslinda sevdigimi ve yemek istedigimi fark ettim. Bundan sonra da kapim sonuna kadar acik olacak, bekliyorum.

1 Eylül 2008 Pazartesi

BİLİNİZ, DERS ALINIZ, UZAK DURUNUZ 28 ağustos 2007

Kendi kendime ettigim binbir turlu itiraza ragmen bugun size bir animi anlatmak istiyorum. İtiraz ettim, ettim, ama sorun bakalim neden ettim. Cunku ani deyince aklima kimsenin umrunda olmayan askerlik veya iste cocukluk anilari geliyor. Ve sahsen kimsenin benim icinde olmadigim bir anisini dinlemek icin olup bitmem. Ama siz hem olecek hem biteceksiniz. Simdi yerinizde yayilin, cay felan alin ve baslayin okumaya.

Yil 1992 (ohoooo nasil basladin sen de kardesim, altin kiz misin mubarek). Neyse neyse yili geciyorum, cok tepki aldi. Ben cocukken birgun (hangi yasta, 3 mu 5 mi?). Ay tamam vallahi de mudahele etmiyorum artik, yaziyorum gidiyor. Neyse, biz Botas'tan 87 yilinda ayrilip İstanbula tasindiktan sonra 92 yilinda yaz tatiline hadi gidelim memlekete dedik. Orada oturmustuk oturmasina, ama hic tatil yapmamistik, enteresan bir deneyim olacakti... Neyse, bizden baska Sedalar da vardi o yil Botas'ta. Ve ben zil takip oynuyordum birlikte tatil yaptigimiz icin.

Botas'in bir bilindik plaji vardir, bir de kimsenin gitmedigi daha ufak bir kiyisi. Biz kizlarla her Allahin gunu sabahtan plaja iniyor, oradaki arkadaslarla oglen sonrasina kadar guneste pisiyor, sonra evlere dagilip sozum ona dinleniyorduk. Bu cumleyi niye yazdim ki, tatil dedigin sey bu iste, di mi? Hani gece plaja gidip aksam 7de kahvalti yapan var mi aranizda? Neyse, iste bu yayvan gunlerden birinde bir ogleden sonra banyomuzu yaptik, yemegimizi yedik, gazete neyin okuduk; ama yok, zaman bir turlu gecmiyor. Ne yapsak ne yapsak diye salak salak bakinirken kendimizi Botas'in yokus yollarini arsinlarken bulduk. Botas harbiden de gizli koselerle dolu cok hos bir yerdir, buna ragmen istesen de kaybolamazsin. Kardesim sunnetci amcadan kacarken cok aradi kuytu bir yer ama yok, aninda bittiler yaninda. Neyse biz yururken yururken bir de baktik ki "kimsenin gitmedigi daha ufak bir kiyi"ya varmisiz. Oraya varmak icin oraya gitmeyi istemek lazim, oyle de sapa bir yerde. Ama olsun, biz kendimizi ayaklarimiza birakmistik, ayaklarimiz da kendilerini bize. Bu karisiklikta da yolumuz bu kiyiya dustu (aaa simdi buldum, buraya Hollanda plaji deniyordu... ayy yoksa denmiyor muydu, neyse dense de gittik denmese de neticede). Biz uc salak, anaaa nasil geldik buraya ya biz, diye dusuneduralim, bir de baktik denizin aciklarindan bir balikci kayigi geciyor. Simdi soyle izah edeyim size: gittigimiz yer bit kadar kucuk, uzun bir yokusun ardindaki ufak bir duzluk yani, arka tarafi portakal agaclari ile kapli, onunde de kayaliklar var. ve yilan milan her hangi bisey gordugunuzde kaciyim kurtulayim demek bile 5 dakika aliyor, birakin kosa kosa medeniyete varmayi. Biz orada ne aradigimizi sorgularken bu balikci kayigini gormeyelim mi? Hic zaman kaybetmeden panik olmayalim mi? O salak halimizin ustune o panik iyi gelmesin mi? Bu sorulardan herkese gina gelmesin mi? Biz kayigi gorur gormez hemen bos kafalarimizi calistirdik: simdi bu balikci amcalar bizi gorurse (gorsunler anacim), soonacima, hani burasi da issiz ya (e gunaydin be yavrum), hani biraz korkunc oluyor dusununce biliyon mu (a sen dusunur muydun?)? E peki ne yapacagiz simdi?

Soyle oldu sonunda: Seda topal taklidi yapti, gayet basariyla. Eda da ona benzer bir bedensel engelli taklidinde en az ablasi kadar iyiydi. Ya ben? Ben ne yaptim dersiniz? Taa uzaklardaki balikcilarin bizden medet ummamasi icin hangi dahiyane yonteme basvurdum bilin bakalim?

Kor taklidi yaptim tabi ki... Kollarimi one uzatarak hem de. Onumu goremiyormusum gibi... Yanimdaki sakatlarla o issiz yere nasil geldigimi bilemiyormusum gibi... Degnegimi evde unuttugum icin icimden bin ton kufur ediyormusum gibi... Kor taklidi yaptim.

Gayet basariyla tabi.

Seda, Eda oraya bir iskele yapmislar simdi yaaa...

GÜNEŞLİ GÜZEL BİR GÜNDÜ 27 ağustos 2007

Bugun cocuklari aldiktan sonra guzel havanin da cazibesine kapilarak sooyle bir Tunali yapalim dedik. Bizim icin Tunali demek, kugusu olmayan Kugulu Park, tuvaleti halka acik D&R, kendini muhtar zanneden misirci ve asik suratli garsonlarina ragmen Mado demektir. Neyse, arabamizi Yazanlar Sokaka park ederken arkamda bir taksi belirdi, birden bire hem de. Belirdigi yetmemis gibi ben geri geri manevra yaparken tuttu bir de korna caldi. Dortlulerim yanik, geri vites isigim da gozune girecek neredeyse, ne calarsin detone kornani a adam! Hem karsinda bir taksiciye sooyle usturuplu bir cevap vermek yillardir bekleyen bir firsatci varken... Arabami park ettim ama gecmekte olan taksiciye ,ne dut dut otturuyorsun da adami panik ediyorsun yaa, da dedim. Adam da geri kalir mi, durdurdu arabasini, sen once duzgun kullanmayi ogren, dedi. Yok yaaa, siz musteri indirirken aynini yapmiyor musunuz sanki, yillardir yeter cektigimiz sizden, dedim. Ya git isine ya, dedi. Bak dogru duzgun bi cevap bile veremiyorsun iste, dedim. Bakti ki benim gidecegim yok, kendi basti gaza gitti. Ama bende laf bitmemisti, adamin arkasindan bir ton laf ettim, mahalleli sakin sakin dinledi...

Kugulu parkta degisik degisik, acayip insanlar vardi. Cok yasli, salvar giymis bir teyze, gayet duzgun Turkcesiyle kufur eden torununu almis gelmis mesela. Kucuk cocugunu salincaktan bir turlu indirmeyen bir anne, baska bir anneyi sinir krizine sokmus. Annesinin nerede oldugunu cikaramadigim 5 yaslarinda baska bir cocuk tum park suremiz boyunca bize hayat hikayesini anlatti: Etlikte oturuyoruz, babam Bursaya ev aramaya gitti, biz oraya tasinacagiz, ben simdi okula gitmiyorum, orada gidecegim. Sorduk mu pardon la?

Az sonra bekledigimiz an geldi ve Sinan pasa "anneee cisim geldi" dedi. Bu Sinanda bir rituele donusmus durumda. Ya parklardaki temiz hava bagirsaklarini calistiriyor, ya da ufak bir inat soz konusu. Biz de bosu bosuna Kugulu demedik zaten, tuvalete en yakin parktir kendileri...

D&Ra gidip de cocuk bolumune ugramayan anne babalara plaket vermeyi dusune dusune indik en alt kata. Cocuklar ellerine bir tomar kitap alip resim bakmaya basladilar, ben de cocuk resimlerindeki gizemleri cozmek uzere Dogan Cuceloglu adli sahsin bir kitabini karistirmaya basladim. Bu kitap soyle bir sey; cocuklara aile resmi cizin diyorlar, cocuklarin hepsi de nasil oluyorsa pasa pasa ciziyor resimlerini. Sonra da Dogan Amcalari bakiyor bakiyor, himmm diyor, kem diyor, kum diyor ve sizin cocuk babayi cok buyutmus gozunde, diyor mesela. Evet Dogan Bey, biz de zaten onun icin getirmistik cocugu, diyecek oluyorsunuz, benden soylemesi, sizinki su cuce babayi nah deve yapmis, diyor cevaben. Benim gibi saskinlar da eve gider gitmez cocuklara bi aile resmi cizdireyim diye geciriyor aklindan.

Felaket ac bir halde eve vardik nihayetinde. Yemekler hazirlandi, yenildi ve geldik aklimdaki plani uygulamaya. Cocuklara bir odev verdigimi, hemen bir aile resmi cizmeleri gerektigini soyledim. Sinan ev resmi cizemeyecegini, ama araba istersem kabul edecegini soyledi. Offf, tamam lan, dedim. Cagla once okulunu cizmek istedi, ama sonra ev de cizerim belki diyerek. Sonucta Sinanin arabasi canavara donustu, Caglaysa eve bir baba, yarim kalmis bir anne (guzel cizememis de o yuzden yarim birakmis) ve iki arkadasini cizdi, hepsi de evin disinda... Sonra o evin ev degil okul oldugu ortaya cikti. Sinansa canavara donusen arabayi uzay mekigi yapti ve dunya ile savastirdi. O andan sonra olaydan koptum. Dogan Amca ve digerlerini gorecek olursam bir gun, aile resmini nasil cizdiklerini degil, anne lafini nasil dinlemeleri gerektigini soracagim ahdim olsun.

YÜRÜ YA KULUM 26 ağustos 2007

Sevgul blogunda bir liste yapmis. Sanki diyor ki liste, gel la gel sen de yaz benden bi tane. İnsanin hayatta en sevdigi seylerden birinin liste yapmak olmasi ne enteresan bir durum degil mi? Benim icin liste yapmak demek, listede siralanan seylerden biraz da olsa kacmak demek. Yani liste yapmak yerine azicik ucundan tutup ise koyulsam cook daha rahat olacak hayat. Ama iste, o zaman da liste yapamam, ve pek bir zevksizlesir her sey. İnsanin her daim bir "yapmayi cok isteyip de popo rahatligindan yapamadigi seyler" listesi olmali zannimca. Hayattan yeteri kadar zevk almak icin. Gelecekten umutlu oldugunu kanitlamak icin. Kirtasiyelerdeki guzel guzel defterleri almaya bir mazeret bulmak icin. Ya da sadece, anaa yazim da amma kotulesmis, hep bu bilgisayar yuzunden, demek icin. Sahsen ben, daha once de yazdigim gibi, her turlu listeye acigimdir. Alisveris, sevdiklerim, sevmediklerim, sarki, kitap, atilacaklar, olumlu-olumsuz (hani bir turlu karar veremediginiz bir konuda yapilan ve genellikle karariniza hic bir faydasi olmayan liste), yemege cagirilacaklar, domuzluk yapilacaklar, vsvs.

Her neyse, konu fazla uzadi, ben sadece asagidaki listeyi bilgilerinize sunup, geregini arz edecektim...

1. Evde okunmamis ne kadar kitap varsa okunacak

2. 1. maddenin gerceklesmesi durumunda bankadan para cekilip Dost'a gidilecek.

3. Samimi arkadaslar yemege davet edilecek.

4. Samimi arkadaslara karsi ziyaret yapilacak.

5. İse yaramayan fotograflarla kolaj yapilacak

6. Cocuklarla sanatimsi seyler yapilacak (nasil da ucu acik bir madde)

7. Yemek dergilerindeki favori tarifler kesilip ayrilacak (basladim bile)

8. Kis temizligi yapilacak (mecbur mudur?)

9. Sac boyanacak

10. Kas aldirilacak

11. Cicekler elden gececek

12. Kullanip kullanip bosaltmadigim icin ici cifit carsisina donen cantalar elden gececek.

13. Sevdigim sarkilarin sozleri bulunacak, saklanacak.

Ay daha cok var ama simdilik bu kadari kafi.

Bakin ne diyecegim ey arkadaslar, dostlar, ahali: Hadi herkes bir sonraki blogunu listeye ayirsin. Yazin da gorelim eteginizdeki taslari. Kimin listesi daha guzel, kiminki komik ama gercekci, veya kiminki en baba anlasilsin. Cikin meydana korkmadan, cikin cikin, valla gulmeyecegiz...

TUHAF BİR "ŞEY" ÜZERİNE 24 ağustos 2007

Coook uzun aradan sonra ben geldim.

Zaten gelmistim amma buraya kadar uzanmam baya zaman aldi. Eh, is guc (kulliyen yalan), yorgunluk (az biraz), cocuklar (nerdeler), hastalik (aha dogru bir laf ettin) derken su masanin basina oturabildim. Bizim evin halleri pek bir degisken su gunlerde. Degiskenlik hayat tarzimizda degil asla; ben yine yemekler yapip bulasiklari ertesi gune birakiyorum, cocuklar yine oyunlarini oynayip odalarini toparlamiyorlar, ve Kayacim yine ve yine isine gidip donuste bu igne atsan daginikliktan yere dusmeyen evi gormekte her seferinde. Ev duzeni budur ve duzen asla degismemelidir (anne tavsiyesi, naapiyim...). Degiskenlikten kastim ruh halimin bana ettigi oyunlardi. Ki ben ne halimden ne de ruhumdan pek memnun degilim su gunlerde. Tamam cok sevgili Ebrucum geldi taaa İzlandalardan, ortamimiza nese katti, feci gulduk feci dagittik. Sonra, eh iste, Ankarada sular hala akiyor; oysa ki ben tatil donusu musluktan tis sesi gelecek diye dusunup kulaklarimi alistiriyordum az biraz, yani borulardan akan dunyanin en rezil suyu olsa da buna da sukur diyebilecek mutevaziligim hala mevcut. Bunlara ek, cocuklarin kresi basladi, hem keyifleri yerinde ve beni hic dinlemedikleri kadar cok dinliyorlar su gunlerde.

Amma, var iste bir seyler. Beni bir gun buralardan kacmaya zorlayan, ertesi gun zincirlerle baglanmama neden olan. Sabah kalktigimda yasiyorum be, ne mutlu bana dedirten, aksam yatarken ne salaksin herkes yasiyor iste diye devam ettiren. Bak okunacak tonla kitap var, sev onlari, bak onlara diye gaza getiren, iki satir okuyunca da oolum okuyon da ne oluyor, 35ine geldin yurrru anca gidersin diye gazimi sonduren. Iste boyle mendebur, ahlaksiz, gicik bir seyler var basimda arkadaslar. Ben buna bunalim ya da depresyon ne haltsa, oyle bir isim koymak istemiyorum. Sanki bu tarz bir isim onun gururunu oksayacak. İlla ki bir isim konacaksa, ki bunun bir isim olmadiginin farkinda olmakla birlikte, bir sekilde bahsetmem gerekecek ya ondan, ona "sey" demek istiyorum. Pis sey, salak sey, ne gereksiz bir sey, gibi.

Cevirimi gonderdim ya yayinevine, hani baksinlar da begensinler, pamuklara sarsinlar diye, saskinlar iste, ya pamuk bulamadilar, ya da yakin gozluklerini evde unuttular, daha cevap gelmedi. İki ay oldu be arkadaslar, insan iki ayda bes yuz kitap okur yav. Ben mi cok sabirsizim, adamlar mi agirdan satiyor anlamadim gitti.

Ve bu yazi da burada bitti.

BİZ HASTA OLDUK 13 eylül 2007

Ne zamandir beni terk etmis olan yazma istegim bugun, tam da hastayken cee deyip geri dondu. Aslinda buzdolabindan kola koyarken oldu bu cee olayi. Uzerinize afiyet bol circirli, bol uykulu ve mide bulantili "salgin" bir hastalikla ugrasiyoruz ailecek kac gundur (aslinda hepi topu 2 gun oldu:))). Her neyse, ben bu hastalik durumlarinin en cok yatakta yatip abuk sabuk isler yapma kismini seviyorum. Annemlerin evinde koltugun yanina envayi cesit okunacak sey alir, televizyonun karsisina gecerdim. Tvde bir sey yoksa gazete, kitap okur, beynim yorulunca televizyona gecerdim. Tabi unutmusum, bir insan hastalaninca en guzel yer annesinin evidir. Yedigin onunde, yemedigin dolaptadir. Cagirirsin, annen yaninda biter, her turlu kaprisi cekmek uzere...

Simdi durumlar degisik. Ben yanlis yerde hasta olmusum... Yanimda iki kucuk bebe, ustelik biri benden daha beter haldeyse, bu hastalik hali hic de oyle laylaylom gecmiyor. Tamam, yine tv karsisina gecmis bulunuyoruz ama mesela bakkal ciragi gazetemi getirmeyi unutuyor. Ve ben bir daha git-gel yapmasini, daha dogrusu bir kez daha calan zile kosup kapiyi acmayi hic mi hic istemiyorum. Olsun, diyorum, ben de Spiderman dergisine bakarim. Sonra zavalli kizim 2 gundur agzina bir sey suremedigi icin, ister gibi yaptigi her seye kosturuyorum. Annee patates var mi? Yaparim kizim. Anneee makarna olsa yerim. Hemen kizim. Anneee bu su curumus yogurt kokuyor. O nasi oluyo, aman neyse dur degistireyim kizim... Butun gunum tuvalet ve mutfak arasinda geciyor. Soylenmeye vaktim olmuyor. Soylensem ne, ben de aynini yapmadim mi yillarca...

Kendime cok iyi bakmaliyim, onlara da. Bu cocuklar buyuyene kadar oyle yatak dosek yatmak istemiyorum. Hayatim boyunca nezle olmaya ozenmis biri olarak, bu hayalimin de sonuna gelmis bulunuyorum. Bir sure icin belki... Cunku cocuk dedigin anne babasini gucsuz gormek istemiyor, belki gucsuzluk umurunda degil ama her an hizmete hazir halde olmazsan kulahlar degisiyor. Ama haklarini vereyim, bu hastaligimizda Sinancik oyle mualyim oldu ki, abasi hasta diye yemegin en guzel tarafini ona ayirdi, butun kitaplarini, dergilerini once onun okumasina izin verdi. Eminim aynini Cagla da ona yapardi. Hic unutmuyorum, Cagla 2 yasindaydi, Sinan da 1 filan. Bir gun, Kaya da nobetciyken, fena halde hastalandim. Birdenbire. Gunduz vakti, yataktan kalkar kalkmaz bir usume geldi. Evde yiyecek bir sey yok haliyle. Ve telefonla siparis verilecek bir bakkal da. Hadi onu birakin, hastalandigimi birilerine haber vermek icin yorganin altindan kalkip telefona bile gidemiyorum. O durumda aksama kadar kalmistim. Cagla karnim ac diyordu, ekmegin yerini tarif ediyordum. Dolapta sut vardi, onu aldirip siseden icmesini soyluıyordum. Sinansa yanimda yatiyordu, arada emziriyordum. Of yaa, aksam oldu ben bir sekilde kalktim bi yarim saat kadar. hemen kizima bir makarna yaptim, koydum onune ve tekrar yattim, bu kez salona. Sonra o usume daha feci halde yakaladi beni, basim da agrimaya basladi filan. Caglaya isigi kapatir misin dedigimi hatirliyorum. Zavallim, daha iki yasinda, ne boyu yeter ne akli. Beni o halde gorunce dayanamadi, sandalyeyi cekti ve isigi kapatti. Of yaa, simdi dusunuyorum da, ne buyuk bir seymis yaptigi meger...

Simdi makarnasini pisiyorum, tek laf edersem nooliyim...

KARIYER ERKEKYEMEZ 26 temmuz 2007

Yil:1999. Bendeniz okuldan henuz mezun olmus bir salagim. İs guc umurumda degil, gezeyim tozayim, ev degistireyim ve ayin sonunu getirebileyim yeter. O siralar internetle yeni tanisiyorum. Ebru ile birlikte hayatimizin ilk chatini bile yapiyoruz, anaaa cevap verdi laa, diye diye. Bir insaat firmasinda calisiyorum amma sirketin isleri oyle kotu ki, butun gun Oya ile birbirimize bakip sivilce patlatiyoruz. O ara ben nasil ettiysem ozgecmisimi kariyer.nete kaydettirmisim. Kesin birileri onermistir. Kayit sonrasi oyle heyecanliyim ki, benim gibi bir gecmise sahip birini havada kaparlar hayallerindeyim...

Yil 2007. Bendeniz salakliklarima devam ediyorum. Koprunun altindan ustunden berisinden bir suru sular akmis. Ne calisiyorum ne de geziyorum. Bambaska yerlerde aklim. Sonra bir gun (dun yani) inboxumda bir posta goruyorum. Ahaa, Gama Güç Sistemleri diye bir şirketten, insan kaynaklari muduru Bade Hanimdan geliyor posta. Benimle gorusmek istiyor. Hayirdir insallah, yolda filan mi gordu de goz koydu acep? hemen verilen telefonu ariyorum, amacim, nereden buldunuz lan Bade hanim benim mailimi, hoop nooluyoruz tarzi bir seyler soylemek. Daha ben agzimi acmadan soyluyor; kariyer.netten efendim, oradan bulduk sizi...

8 yil snra arkadaslar. Ben iss iiiss diye inlerken saklanan, para kazanmaliyim Allahim bir care derken kis kis gulen kariyer.net kedi olali bir fare tutuyor amma fare coktaaan evlenip barklanmis ve cogalmis. Artik evime peynir getireyim derdinde degil yani. Her neyse, buna ragmen kadinin randevu talebini reddedemiyorum. Ve boylece hayatimin en absurd is gorusmelerinden birine gidiyorum.

Uzerimde, evde bulabildigim en "ise uygun" kiyafetlerle (ki pantolon diz yapmis artik, ayakkabiysa yeter giyme bizi diyor) gidiyorum Gama is merkezinin 6. katina. Saclar fonlu ama (kendinize guvenmek istiyorsaniz sacinizi fonletin, acayip ise yariyor). Bade Hanim beni labirent gibi ofisin en dip kosesine oturtuyor, elime de 4 sayfalik bir basvuru formu veriyor. Doldur bunu, diyor, doldur da el yazini gorelim. Sonra yetmiyor, bir sayfalik bir ceviri koyuyor onume. Cevireyim anacim, emriniz olur. 15 dakika sonra geliyor ve karsima oturuyor. Hanim dedigime bakmayin, benden kucuk muhtemelen. Ve basliyor konusmaya. Bana is yasaminizdan bahsedin diyor. Neyi anlatayim, 5 yildir calismiyorum ki, diyorum. Yuzu eksiyor ama bozmuyor. Gelecekte kariyerinizla ilgili ne dusunuyorsunuz gibi bir soru soruyor (oyle ilgiliyim ki soruyu bile dogru duzgun hatirlayamadim:)) Kariyerime sekreter olarak devam etmek istemiyorum, cevirmen olmak istiyorum, diyorum. Teklifin Gamadan gelmesi kabul etmenizi etkiledi mi, diye soruyor. Evet, diyorum, hic bir sekilde calismayi dusunmesem de Gamaya saygimdan kabul ettim diyorum. Badecik Hanimcik cevaplarim karsisinda omuzlarini dusuruyor, yuzu renkten renge giriyor. Hani, lan o zaman ne benim zamanimi harciyorsun, diyecek ama cok kibar, agzinin kenarinda tutuyor kelimeleri. Yurtdisi yurtici bilimum yerlere gitme engeliniz var mi, diye soruyor yine de, ve benden cevap gelmeden onundeki kagida cocuklari var=engeli var yaziyor (bunu uydurdum, ne yazdigini gormedim ama ona benzer bir sey yazdigina eminim). Biz, diyor, genel mudurumuzun sag kolu olacak, onunla her bir yerleri gezecek, ve de en onemlisi gelecegini sekreterlik uzerine kurmus, BU ISI SEVEN birini ariyoruz. Cok tesekkur ederiz, geldiniz amaaaa hadi size iyi gunneeer!

Ciktigimda tuy gibi hafiftim. Kalkmadan hemen once kadinin email adresini de aldim, Nazli'ya iletmek uzere. Var benim arkadasim boyle bir ise uygun, ozgecmisini gondersin, di mi? diye de sordum. Allahim, demistir kadin eminim, bu gercekten de uzaydan gelmis galiba...

Sisst, Nazlican, valla muhtemelen iyi maas veriyorlar, hemen gonder secereni. Daha bir ay varmis...

DİŞE DİŞ KANA KAN 23 temmuz 2007

Neden blog yazariz?

Bazilari icin bunun cevabi acayiip basittir, ki bu kadar basit olmasi beni iskillendirir. Bazilari icinse paragraflarin yetmeyecegi denli ayrintilidir, ki bu kadar ayrintili olmasi icimi bayar.

Blog kelimesini ilk ne zaman duydum bilmiyorum, ama cok merak ettigimi soylemeliyim. Etrafimda soracak, bilgisayardan vay bee dedirtecek kadar anlayan kimsem de yoktu. Googleda blog diye girince karsima hep Ingilizce garip sayfalar cikiyordu (bak ya, iclerini yedigim cekirdeklerin copunu tasiyan sevgili kasem yere dustu...Uhuuuu, lan daha dun temizlik yapmistim insafsiz...). Daha ne oldugunu bile bilmedigim bir kelime icin onca ingilizce sayfayi okuyamazdim dogrusu, ben de blog beni bulana dek beklemeye karar verdim (tribimi yiyeyim, en azindan copu yerileri kirletmez).

Bekledim, bekledim... Sonunda yahoo360 diye bir yerin varligindan haberdar oldum. Allahim, ne garip isimdi bu boyle, neden mesela yahoo270 degil de 360? Neden illa ki herkesce asina olunan bir sayi da, ne bileyim kimsenin sirrini cozemeyecegi, tahminde dahi bulunamayacagi bir sayi degil? Bu oldukca sacma sorular ve hala bulunamamis yanitlari bir kenara birakarak yazmaya basladim. Yazdim da yazdim. Yaz demedim kis demedim. Cok sevdim. Sonra kendimi sorumlu hissettim. Bazen bunaldim. Bazense elim beynimin hizina erisemedi. Olsun dedim. Ya da her seyi sildim. Kisa cumleler yazdim. Hala da yaziyorum. Yeteeer, biri beni durdursun rica ederim...

Eveeet, simdi cok alakasiz bir yerden devam ediyorum (Allahim, copler bilgisayarin arkasina dokulmus, nasil egilip de temizlerim ben onlari, backspace yok mu backspace?). Bugun arabamiza tup taktirmaya gittik cocuklarla. Bilen bilir, Ankara'da arabaya tup taktirilacak en gicik yer Sasmaz'dir. Evet, Sasmaz, isminde meymenet yok, di mi? Kaya nobetciydi, bize eslik edemedi bu kavurucu sicakta, eminim ici gitmistir... Verilen adresi harbiden de buyuk bir basariyla bulduktan ve arabayi usta olamayacak kadar genc Emrah ustaya teslim ettikten sonra otobusle Ankamalle yollandik (inanmayacaksiniz ama simdi de cayimi klavyenin uzerine doktum, ekran klavyesi ile devam ediyorum. benim varligim cocuklarinkinden daha cok zarar veriyor bu eve). Biraz ara verdim ve klavyem kurudu neyse ki… Evet efendim, nerede kalmistik? Ankamall’de birbirimize tost ismarlayip, iki portakal suyuna 6 YTL verdikten sonra (icime oturdu inanin, o paraya kac kilo portakal alinir biliyor musunuz, dedim garsona…) magaza gezindik biraz. Bir pantolon deneyeyim dedim, 36 beden, ve beli bol geldiJ). Bu durum beni de, bana bu gobek ne bu gobek diyen cocuklarimi da sasirtti valla. Yani yok artik, cok da hos iki kat olabilen bir gobegim mevcut amma 36lara bana misin demiyor… Her neyse, Ankamall gibi yuru yuru bitmez bir yeri arsinlamamiz bosuna degildi elbet; 3’te Kizilaydaki discimde dis cekimi randevum vardi ve arabasiz eve gidip sonra tekrar cikarak Kizilay’a yurumeyi yemedi gozum. Hem bizimkilerle boyle alisveris yeri gezmeyeli epey olmustu, biraz daha buyuduklerinden gayet keyifli gecti. Cagla bana soyunma odasi ararken Sinan o karmasik yollarda (!) cikisi bulmamizi sagladi.

Her neyse, discimiz Sami (ve karisi Hilal). Cok tatli iki genc insan. Epey de basirililar ki ne zaman gitsem bekleme salonu hinca hinc. Arada tanidiklari bile goruyorum orada, kimdi lan bu taniyorum bir yerden, diyorum hatta icimden. Disci koltugu korkumu hafifletme cabalarim... Dokturum Sami masallah hic acimiyor hastalarina. Guler yuzle karsiliyor, guler yuzle koltuga oturtuyor ve guler yuzle agzinizin icine lonk diye igneyi geciriveriyor. Aman dur ruhumu hazirlamam lazim diyemiyorsunuz bile. Ben igne yemis agzimi uyusukluga hazirlarken Caglayla Sinan her calan zile kostular, iceri giren her hastaya problemlerini sordular, annelerinin fircalamadigi icin disini cektireceginden bahsettiler ve oradaki 4 yaslarinda bir oglan cocugu ile cisli kakali bir muhabbete girdiler. 15 dakika sonra Sami beni cagirdi ve 5 saniye icinde disimi elime verip gecmis olsun dedi. Gulumsuyordu yine…

Disciden ciktigimizda agzimdan gazli bez sarkiyordu. Baslarda gayet hos konusabiliyordum, biraz tukurerek de olsa. Sonraki adimim bankaya ugrayip cocuklari Selma Teyzeye birakmak oldugundan hemen bir otobuse bindik ve Hosdereye yola koyulduk. Ben cocuklarla bir seyler konusurken bir ara cevreme bir baktim herkes bana bakiyor. Eh, su sari saclar yakisti herhalde bana derken Cagla, anne agzindaki bez kipkirmizi dedi. Ahh salak bez, kani emmeyeceksin, onu durduracaksin, ogretmediler mi sana! Neyse ki inmek uzereydik, neyse ki duragin hemen arkasinda bir eczane vardi ve neyse ki agzimdan kanli salyalarin akmasi tam da otobus durdugunda ve cocuklari indirdigimde oldu. Fakat o bakislari yakaladim; anaa kari konusamadigi gibi salyasini da yutamiyor bakislari. Kelimesi kelimesine, gozler yalan dimeez.

Otobusten iner inmez eczaneye girdim. Bez, dedim agzimi gosterip. Nasiiil? dedi eczaci. Bezz, dedim yine. Bu arada cocuklar, puuaah annem buuuwweess diyooor, ne komik di mi diye dalga gecmeye baslamislardi bile. Neyse ki eczaci anladiiim, disinizi cektirdiniz, ve evet anliyorum, simdi de gazli bez istiyorsunuz, aha inanmayacaksiniz ama bunu da anladim, bozuk paraniz yok, dert degil, siz su agzinizdaki kanli seyi cope ativerin yeter..

Sirada banka vardi. Allahim, ne etsem de gise memuruna tukurmeden ve Turkce olarak derdimi anlatsam… Sira vardi, eh girdik biz de. Cocuklar netmatikle oynayadursun siram cabucak geliverdi. Bu arada cozumu coktaaan bulmustum. Kadina bir bankamatik ve bir kagit uzattim. Kadin kagidi okuyunca ask ilani almiscasina bir gulumsedi bir gulumsedi sormayin. Lan yoksa yanlis bir sey mi verdik eline derken yazdiklarimi okudu: Para cekecegim. Hesap defterim yok. Ama kartim var. …. YTL. Hesabim bu subede. Ayyy dis mi cektirdiniz, gecmis olsun dedi zeki sey. Agzimdan sarkan o pembe bezle utanmadan bir de gulumsedim ve parami alip ciktim.

Gunun geri kalan kimsini yazmaya yoruldum. Kisacasi cocuklari Selma Teyzeye biraktim, cunku bu gece onda kalmak istediler. Ve sonra arabayi almak uzere yatmaz kalkmaz Sasmaz’a geri dondum. Oyle bir yerdeydi ki tamirci, ne otobus gecer ne dolmus, bu yuzden beni son model bir BMW ile duraktan aliverdi Emrah Usta. Havaya girmis olacak muzigin de sesini sonuna kadar acti. Bense sis yanak, agizda durmayan salya ve ucusan bicimsiz saclarimla gayet garip bir tezat olusturuyordum bindigim arabayla. Neyse kisa kesecektim di mi? Su anda cocuklar bizim odamizda uyuyorlar, kalmadi sipalar. Onlari almaya giderken arabadan garip sesler geldi, ben de donuste arabayi Selma Teyzelerde biraktim. Yarin tamirci ile konusmak uzere.

Sicaktan bayilmak uzereyim, hakkaten de. Yine de blogdan vazgecmek istemedim. İste benim blog yazma sebebim de bu, dilim sisecegine boynumda isilik ciksin.

Di mi ama?

OĞLUM DOKTOR BABA OLACAKMIŞ 18 temmuz 2007

Sabah uyaninca ilk isi "Annee bugun kimin dogumgunuyduuu?" demek oldu. Yavrum, o uyku mahmurlugu ile kendi dogumgununden bile supheye dusmustu. "Senin" dedigimdeki sevincini goreydiniz. Sanki surpriz bir hazine bagislamisiz gibi sevinc ve heyecan kapladi yuzunu.

Sinan Pasa bugun 4'unu bitirdi. Daha onceden kreste bir kutlama yapmistik yapmasina ya, sans iste o gun sinifindaki butun cocuklar su ciceginden musdarip, evde dinleniyorlardi. Bizimki iki arkadasi, ablasi ve mudire hanimla ogretmeni ile birlikte mumlari ufledi Orumcek Adamli pastasinin ustundeki. Hediyesi de malum; Orumcek Adam kostumu... Hic bir laf etmiyorum. Erkek adam olsun diye bula bula Orumcek Adami bulup ona empoze eden biziz sonucta. Yoksa benim en sevdigim kahraman Tiger. Hayati kuyrugunun uzerinde ziplamakla gecen laylaylom arkadas...

Sinan simdilerde (tam iki gun once diyeyim) Transformers'daki robotlara takik. İyi ki bir film izledi meret. Sinemadan ciktiktan sonra butun arabalari isaret ederek "Bu da robota donusur mu? İyi robot mu olur kotu mu?" diye sordu durdu. Gerci o gorsel efekt bombardimanindan sonra ben de Sinan'dan farkli gozle bakmiyordum kiytirik Vosvoslara, Tipolara filan. Ulan bunlardan amma robot olur haa, diye hayallere bile daldim. Ben boyle olduysam siz Sinanin ic dunyasini bir dusunun...

Simdiki cizgi filmler cok siddet iceriyor diyorlar ya, hic anlamiyorum dogrusu. Ben o Voltranlari, He-manleri filan ruyamda mi gordum ayol? Sonucta su hic yaslanmayan Orumcek Adam bile bilmem ki kac yillik... Heidileri, Cicek Kiz Candyleri diyorlarsa eger,o zlemiyor degilim ama ona benzer cizgi filmler de var tvde. Hem acikcasi cok sevmeme ragmen ben bile ne kadar modasinin gecmis olduklarini idrak edebiliyorum, is ki simdinin zehir bebeleri fark etmesin...

Neyse, konumuza donecek olursak:

Sinancim, iyi ki dogdun, hayatimiza girdin. Hep

ADI GİBİ AKLI VAR 17 temmuz 2007

"Ben evi sevdim, sizin icin de uygun olacaksa tasinayim hemen" dedi. Ev arkadasim Ozlem'le birbirimize baktik. Aslina bakilirsa ev arkadasi aradigimiz gazete ilanina sadece o cevap vermisti, yani uygun olsa da olmasa da kabul edecektik mecbur. Fakat biraz tuhafti; adindan ve tipinden Turk oldugu belli olsa da Turkce'yi konusamiyordu. Garip garip sorular sormustu o kirik Turkcesiyle sonra. Asil bombayi sona saklamis ve agzimizi acik birakan soruyu sormustu kalkarken: "Aranizda kadinlardan hoslanan yok, di mi?" Aaay, bu da neydi boyle, tek sansimiz bize goz mu koymustu yoksa? Mesele sonra anlasildi, kizcagizim yana yakila siginacak bir ev ararken kadin-sever uyelerden olusan bir eve dusmus, oradan zor kurtulmustu. Simdi icine sinen bu evde de kendini garantiye almak istemisti.

Cilgin arkadasim Eser'le tanismamiz boyle oldu. Simdi dusununce iyi ki de o garip tavirlarini gormezden gelmis ve kabul etmisiz yanimiza onu diyorum. Tasindigi andan itibaren evimize ve hayatimiza renk kattigi yetmedi, ayrildiktan sonra da yemedi icmedi bizimle olan iliskisini koparmadi. Nereye giderse gitsin, ne iste calisirsa calissin, aradan aylar gecse de bir gun beklenmedik bir telefon acar, gunumuzu senlendirir.

Eser, cok genis bir ailenin en kucuk elemani. Rizeli, bu da Turkce'yi yarim yamalak ve sive ile konusmasinin bir nedeni. Diger nedeniyse kafasinin farkli calismasi, dilinin farkli. Genis aile, kac esli bilmem ama, toplam 20 kusur cocuklu. Bunun 7'si Eser'in oz ablalari. Ne abla ama, hepsi filinta gibi, bir de guzeller ki sormayin. Yavrum Eser, tam da kendine yarasir o tekne kazintisi haliyle 1.60 boylarinda, topluca bir kiz.

Onunla birlikte evimiz senlendi dedim ya, mesela en ufagindan kebapciya telefon edip siparis verecek. Ne yaparsiniz, acar kebabinizi soyler ve beklersiniz di mi? Ama yok iste o telefonu acar acmaz nefes nefese "aaahhh cok aciiiim, hemen, hemen, bana hemen bir kebap gonderin, bayildim bayilacagim, karnimin gurultusunu duyuyor musunuz?" der ve ancak oyle beklemeye baslardi. İnsan iliskileri hep buna benzer bir aciklik ve samimiyet icindeydi. Bana Ozlemim derdi, Ozlemim bak tavlada ne kazandim! Gosterdigi seyse muhakkak Beymen'den alinma bir kiyafet olurdu.

Biz kisa surede ona alistik da eve gelip de onu yeni taniyanlar ufak bir sok yasamiyor degilllerdi ilk basta. Hani anlatmistim ya, erkekli kizli bir grubu evimde ilk kez agirlamaktayken pit diye cikageldi de "Meraba, ben bu evin en seksi kiziyim" dedi diye. Herkes donup kalmisti. Haksiz da sayilmazlardi, tombik ve seyrek kasli Eserim, onu taniyanlardan baska kimseye seksi gorunemezdi sanirim.

Onunla hic istemeden de olsa evlerimizi ayridigimizda da haftada bir gorusmeyi ihmal etmemistik. Bir aksam beni yemege cagirmisti, surpriz misafirlerim var diyerek. Evine gidince bir de baktim ki daha o gun, hic olmayan İngilizcesi ile tanistigi İranli bir cifti de sofraya oturtmus. Nasil tarif ettin evini lan diye sorunca, cok zekilermis Ozlemim, anlatirken benim bile kafam karisti demisti.

Dugunume is toplantisi yuzunden en son gelen, buna ragmen sahnedeki amcanin elinden mikrofonu alip o berbat sesiyle turku cigiran da oydu. Allahtan amca inatci cikti da turkunun yarisinda kavga dovus mikrofonu kapiverdi.

O simdi İngilitere'de. 5 yildir orada kalmayi basardi bir sekilde. Bir kac ay once evlendigi Turk kocasina oralari tanitiyor. Dedigine gore İngilizceyi pek ogrenememis, fakat tanidigi butun İngilizler Turkce konusuyormus artik. Hah, nasil Turkceyse artik o...

Eminim kimse onunla konusmak icin yeni bir dil ogrenmeye itiraz etmemistir. Ne bakiciligini yaptigi ve soguk bir kis gunu gole dusurdugu bebenin anne babasi, ne sirketinde calisan 70 yasinda bir ayagi cukurda sekreter kadin, ne de digerleri deli Eser'den mahrum olmak istememislerdir.

Sunu okusa bana cok kizar eminim, tombik dedik ya. Tamam Esercim tamam en seksi de sensin en cilgin da, ben kendi kirisik suratima ve bakimsiz kaslarima bakayim...

İÇİM DIŞIM GÜDÜ BENİM 16 temmuz 2007

Cocuklar uyudu.

Aksamuzerinden kalan cayi isittim ve geldim bilgisayarin basina. Postalarima baktim, K dergisinde okudugum Ahmed Arif yazisi sayesinde bir kac siir arastirdim (bu arada siiri sevmem diye dusunurdum, bazi Turk sairler sahaneymis). Sonra bir de Turk bir fotografcinin sitesini gezdim, ve iste buradayim. Internet elimizin altinda olunca cok fazla kullanilmiyor, ben onu anladim. Daha dogrusu iste boyle bir iki ufak arastirmadan sonra sıkılıp birakiyorum. Ama baglanti bir kopmayagorsun, cok sinir oluyorum. Sanki daha bir suru seye bakacakmisim da yarim kalmis gibi...

Hayat su gunlerde cok eglenceli geliyor bana. Evet, kelime eglenceli. Bir de surprizlerle dolu. Zaten hep dusunmusumdur, o en civcivli ilk genclik yillarim dahil, hayati hep cok sevdim. Oldugu gibi de yasadim. Umarim bundan sonra da hislerimi degistirecek olaylarla karsilasmam, ya da daha dogru bir ifadeyle karsilasacagim seyler hayata bakisimi tersine cevirmez.

Zamanin birinde bir arkadasim sunu demisti: Sen aslinda cok mutlu olabilecek bir tipsin, sadece kendine ilgi alanlari bulman gerekiyor. Bu yasam enerjini bir seylere yonlendirmen lazim. Ben de fotografa ilgi duymaya karar verdim (sanki karar vermeyle oluyormus gibi). Ve bir yerlerden dogru duzgun ogrenmeden, sirf kendi icgudulerimle cektim de cektim. O yuzden cektigim fotolari cok severim, kimsenin etkisi altinda olmadan cekilmis, sirf bana has kareler.

Okudugum kitaplar da oyle oldu. Bir cok unlu yazari okumadim, okuyamadim daha dogrusu. Cok isterdim ama ilgi alanima girmediler. Baslayip baslayip biraktim. Mesela Shakespeare, ya da Yasar Kemal. Ve tabi Proust, Homeros, hatta Oguz Atay. Onlar benim disimdaki dunyaya aitti, ve sanirim hep de oyle kalacaklar. Belki de okullar bu ise yariyor, hayatta elime almam dedigin kitaplarla hasir nesir ediyor insani, belki seversin diye.

Muzik deseniz, yerlerde. Lise ve universite caglarimda klasik muzik sevecegim diye az eziyet cekmedim. En bilinenleri haric sevdigim bir tanesine rastlamadim. Ama onu da cok isterdim. Harbiden.

İsteyip de olmamasi garip bir durum. Resmen icim kabul etmiyor bazi seyleri. Gerci simdi yas geregi biraz daha olgunlastim, icgudulerimi az da olsa kontrol edebiliyorum. Sen dur bi bakayim, diyorum ona, bi deneyeyim goreyim, biraz zaman gecireyim sonra de ne diyorsan.

Yine de bence insanin en buyuk korunagi icguduleri. Ya da bende oyle. Sirf sanatta edebiyatta degil, gunluk olaylarda, cocuk bakmada filan acayip yardimci oluyor sagolsun. Beni sucluluk duygusundan koruyor. Cunku sucu direk ona atabiliyorum.

Bu da boyle bir sey oldu. Kisacasi, hayat vallahi de guzel.

Bir de evin icinde duman gibi bir anda kaybolan parayi bulsaydik.

Heey icgudu, sustun bakiyorum?

ESKİCİ GELDİ HANIIIM 27 haziran 2007

Tuhaf seyler oluyor su gunlerde. Ve hatta 2007 yili itibariyla... Buradaki tuhaflik kotu anlamda degil neyse ki, sadece birilerinin bana hos surprizler yaptigini dusunuyorum, hem de yillardir yapmayi planlamis da, simdi anca zaman bulup yapmaya baslamis gibi...

bu yilbasindan beri, yillardir gormedigim ne kadar es dost varsa gormeye basladim bir sekilde. Surpriz buydu yani, pastadan cikmaz, kapiya birakilmaz... Ama beni ya bir sokak ortasinda ya da bir partide (amanin ne havali oldu, di mi? nasil? yoksa siz partilere katilmiyor musunuz, hehehe) ya da internette buldu hepsi de yaklasik 1.60 boylarindaki surprizlerim. Once nette bir cevirmeni ararken bir blog sayfasina girmemle basladi her sey. Sanem isimli birinin nakis tarzi bir hobiyi anlattigi sayfasinda, beni tek ilgilendiren ibare bir zamanlar japonca okuduguna dair yazidklariydi. birden bir simsek cakti, laaa bu benim sadece 1 yil birlikte okudugum guzel yuzlu, hos guluslu Sanem olmasin? hemen bir comment yazdim, nakistan anlamadigimi caktirmayarak. cevabi gecikmedi, oydu. yaklasik 15 yildir gormedigim ve fakat ne adini soyadini ne de elinde kitaplari koridorda dikilisini unutmadigim sinif arkadasim. muhabbetimizi toplasaniz surada yazdigim cumleler kadar etmezdi, ama olsun, mal bulan magripli gibi atladim hemen kizin uzerine.

sonra su bahsettigim partide (hayir israr etmeyin ne partisi oldugunu asla soylemem, havam soner sonra... ayy peki peki, bir dogumgunu partisiydi, hem de bir yasinda iki bebenin...) 7 yildir gorusmedigim bir cifte rastladik Kaya ile. Ne komik ya, bu 7 yilda ben evlendim ve iki bebe yaptim, o tum zorluklara ragmen bir cocuk sahibi oldu, ve iste, hic bir sey olmamis gibi sohbetimize kaldigimiz yerden devam ettik. Bu cok tuhaf iste. sanki aradan 7 yil degil de 15 gun gecmis gibi, ayni espriler, ayni takilmalar ve zerre sogukluk hissetmeden yapilan ayni muhabbetler... sonra ciftin kiz olaniyla ayri olarak gorustum bir aksam vakti.

bugun de tunalida aylak aylak dolasirken bizimkilerle, arkamdan bir ses Ozleeeem? dedi. Efendiiim? dedim icimden. donup baktim ki, yine eski bir sinif arkadasim. fakat bu kez dolu dolu dort yilimi paylastigim ve bir nebze daha yakin bir arkadas; Tulin. Ay bana uzun zamandir gormediklerim hic degismemissin derlerdi de, ya sen gel de bana sor derdim. Tulin de hic ama hic degismemis. eminim o da benim icin ayni seyleri dusunmustur cunku bankamatik onunde sira beklerken karsilasan biz cadde uzerinde ilerlerken cocuklar dondurma istedi ve bende nakit yoktu. lan daha 2 dakika once para cekmedin mi sen diyecegi yerde ay dur ben alayim ne olacak deyiverdi kiz, himmm bizim su Ozlem harbi hic degismemis diye dusunerek muhtemelen. neyse iste, boyle seylere cok seviniyorum ben (hayir canim dondurmayi birine ismarlatmaya degil, ona ayri sevinirim tabi:)), butun gunum "ay ben bir seye seviniyordum, neydi? hah Tulin'i gordum" filan diye geciyor boyle zamanlar. aslinda gecen sene rekordu benim icin. yilin basinda 8 yildir konusmadigim Deniz ile barismam, 20 yildir gormedigim arkadasimi gormek icin Eskisehire gitmem, ve iste aslinda cok onemli bir yer teskil etmeseler de hayatimda, hep eskilerde kaldigini dusundugum ama bir gun bir anda karsima cikan yurt arkadasimdi, Kayanin es dostuydu, annemlerin ahbabiydi onu bunu gormem beni acayip mutlu ediyor. ve sanirim bulunca da kaybetmek istemiyorum. cunku az da olsa gecmisine bagli bir insanim. bir de anlamsiz bir insan edinme merkaim var. yani anlamsiz diyorum cunku aslinda insanlardan cok haz etmedigimi sanirdim. yanlis saniyormusum sanirsam... belki de bunlar tamamen yasin ilerlemesi ile gelen hislerdir. gecmisim, yani gencligimden bana kalanlara siki siki sarilma hissi... amaaan ne bileyim, yine de kotu bir sey degil. ben bazen nette ararim adini ve soyadini bildigim eski tanislari. bulduklarima da mail atarim goruselim mi diye. ayyy goruselim mi desem o dakika beni reddederler gerci ama iste ona benzer bir sey, huhuuu bak ben buradayim ve aradan gecen 100 yili kapatmaya geldiiiim, der gibi iste... Kaya da bunu hic mi hic anlamaz. olsun dert degil, kendim pisirip kendimi yiyorum sonucta...

neyse iste arkadaslar, bence siz de bir sekilde bulun eski ahbaplarinizi, cok guzel bir his oluyor, gerci kulaklara kadar yayilan agzi kapamak biraz guc oluyor ama olsun, buna deger...

PEYNİR KOKULU AYAKLAR 25 haziran 2007

Amanin yazmayali olmus baya bir. Valla sicaklarin ustune bir de bebelerin okul tatili girince, tek bos ve yalniz vaktim olan geceleri oyle yorgun oyle perisan oluyorum ki aklimda buraya yazacaklarimla birlikte hos ver serin uykulara daliveriyorum her seferinde.

Ne zamandir yazmak istedigim onemli bir husus var. Kim icin onemli: bos gezenin bos kalfalari, gerceklikten kacanlar, yemek yapmak yerine hayal kurmayi secenler ve goz zevki olanlar icin. Yaz mevsimi gelince maalesef ve iyi ki acik ayakkabi giymeye basliyor insanlar. boylece kimin eteginde ne tas, kimin ayaginda ne parmak varsa istemeden ve kacinilmaz da olsa gozumuze gozumuze sokuluyor. ayaklar guzelse ve bakimliysa pek sorun yok, bakiyorsun yeni kremlenmis (terlikten kayiyor resmen ayak), bakiyorsun yeni pedikurlu (ojeleri de guzelmis, bi boyle oje surmeyi beceremedim), bakiyorsun bir de ayak yuzugu takmis (vay munasebetsiz nasil oyle duzgun yuruyor kasimadan parmak aralarini yav). Hadi bunlar isin hos taraflari, burnunu degdirecek kadar yaklasmadigin surece, ki o kadar asagilara inmeye degmez zannimca, aman iyi iyi serinlesin milletin ayagi, hadi parmaklari oynatin da aralarina da ruzgar girsin diye geyik yapa yapa gecirirsiniz butun yazi. Fakat bir de belki gobeklerinden belki gozlerindeki perdeden, o cirkin, meymenetsiz ayaklarina en acigindan hem de igrenc ayakkabilari gecirenler var ki, iste sicagi bahane edip disari cikmamamin baslica nedeni onlardir. Ya hic mi gormezsin kardesim, o ayakkabi senin o 2 metre enindeki tombik ayaklara uymamis, fiskirmis iste yanlardan ne kasiyorsun. ay ya seninki? kartal gagasini andiran serce parmagin yine cikmis o terligin son bandindan, asagilari seyrediyor. ya ikinci parmagi bas parmagindan uzun olanlar? o ikinci parmak terlige sigmaz da onden bir guzel yerleri supurmez miiiii.... ay vallahi simdi gozumun onune gelince bile bir fena oldum. ya da ayak kare halini alacak kadar kocaman, fakat tirnaklar bezelyeden kucuk ve nedense (gercekten nedense?..) mutlaka sedefli oje ile boyanmis. ojeler de banyodan sonra cikmaya baslamis, ama ne gam sen giy terligini, cik disari, bul ve hasta et beni.

bu takinti aileden gelme. halam ve halamin kizi bir gun istanbuldan bandirmaya gemi ile giderlerken, karsilarinda bir kadinin aha aynen boyle kartal gagasi serce parmagi disari firlamis olmasin mi? yerler numarali oldugu icin yer degistirmeleri imkansiz, fakat bunlar o feci ayaga baktikca oyle guluyorlar oyle guluyorlar ki kisin o vakti zirt pirt disari cikip hava almak zorunda kaliyorlar. iceri girince ayni terane, soz veriyorlar bakmayacagiz ayip oluyor diye, ama nafile bakmasalar bile gakliyor parmak orada. butun o 5 saatlik yolu bir disari bir iceri seklinde zar zor tamamliyorlar. ben onlar kadar esprili yaklasamiyorum gerci olaya. sadece ne bileyim, elimi alnima goturup nereye baktigimi gizleyerek ayak incelerim surekli. Bir gun birinin ne bakiyon lan koklatiyim mi diye uzerime saldirmasindan korkuyorum acikcasi.

ne dostum ne dusman aslinda, sadece ayaklar agir iscidir, onlara guzel bakalim. bosverin pedikuru, bir krem surseniz, tirnaklari duzgun kesseniz bile, ve hatta hepsini gectim, ayaga yakisan ayakkabi giyseniz bile yeter, gikimi cikarmadan gecer giderim yolda gorsem inaniniz.