11 Eylül 2008 Perşembe

ER Mİ YAMAN BEY Mİ YAMAN 10 ekim 2007

Bizim Kaya ile arkadaşlarımızı gruplara ayırma huyumuz var. Daha doğrusu onun arkadaşlarını. Mesela Eryaman'da poliklinikten tanıdıklarımıza Eryaman tayfası adını taktık. Hiç zor olmadı. Gerçi bugün itibarı ile poliklinik tarih oluyor ama biz yine de onlara sabık Eryaman tayfası demeyeceğiz. Grup isimlerini değiştirmekten hoşlanmıyoruz (Ayyy, hani şu bir gayret evlenirler de karı koca hep biz biz diye bahsederler ya tek bir beyin ve ağızları varmış gibi, ona benzedi benimki de). Her neyse, Eryaman tayfasında yaklaşık, hımm, 15 kişi filan var. Ama biz daha çok (bak yine yaptım) 7-8iyle görüşüyoruz. Bu görüşmeler genelde evlerd bazen de Karayolları'nın lokantasında oluyor. Hepsini seviyorum, canayakın ve sabırlı insanlar.

Şimdi başka bir konuya geçiyorum.

Ben yemek yapmasını biliyorum. Aferin bana. Tabi bunu böyle yazınca yap da görelim diyebilirsiniz. Şimdiden uyarayım bazı şeyleri iyi bazılarını berbat yapıyorum. Mesela sebze yemeklerim, böreklerim, şerbetli tatlılarım tadından yenmez kıvamda (gerçek anlamda). Pastalarım, köftelerim, makarnalarım da yenmez kıvamda (bu da kelimenin tam manasıyla). Bir yemek yaparken özenip özenmemem, zamanımın olup olmaması, o yemeği yıllardır yapıyor olmam filan yemeğin iyi ya da kötü olacağının garantisi değil, yani özendim de yaptım diye size sunacağım her hangi bir yemek için, lan bi de özenmese ne olacakmış, diyebilirsiniz.

Şimdi bu iki konuyu bağlıyorum.

ERyaman takımını ilk kez eve yemeğe çağırmam taa evlenmeden öncesine denk gelir. O zamanlar Selma ile Mecit'in (ki tayfanın demirbaşları) 6 aylık emzikli (böyle mi denir emzirilen bebeğe?) bir bebeleri vardı. Selma aç, ne olsa yiyecek kıvamda. Mecitse zaten pek yemek seçmez, hele ki misafirlikte önüne salyangoz koy, muhtemelen yer. Neyse, ben tüm bunların ışığında düşündüm taşındım ve evime gelen ilk yemekli misafire tavuk yapmaya karar verdim. Tamam zamanım yoktu, tamam hayatımda hiç tavuk yapmamıştım ve tamam heyecandan elim ayağıma dolanmıştı. Ama bunlar, misafirin önüne pişmediği kalmamış, yanından berisinden kanlar akan tavuk koymama mazeret değildi. KOca koca tavuk göğüslerini sen har gibi yanan ateşin üstündeki kızgın tavaya atarsan, ateşi kısmazsan, hah üstleri pişmişse içi de pişmiştir diye yamuk bir mantık kurarsan o tavuktan kan da akar yağ da... Netice itibarı ile ne Selma ne de Mecit yiyebildiler tavuğu, fakat bu bizden ayaklarını kesmelerine yetmedi.

Yıllar içinde Eryaman tayfasını defalarca utanmadan, pes etmeden çağırdım yemeğe. Onlar da her seferinde utanmadan, pes etmeden geldiler sağolsunlar. Birinde top köfte sanıp küçük yuvarlak mozaik pastalarımı götürdüler ağızlarına (nasıl kötü bir histir tuzlu yiyecek diye şeker tatlısı bişey yemek bence), diğerinde yedikleri mercimekli börekten zehirlendiler (ertesi gün herkes ishal ve karın ağrısı ile boğuşuyordu), bir başkasında yaptığım cheesecakein hamuru pişmedi, ötekinde fırın tavuğum öyle suluydu ki tavukları bulamamıştık içinde. Buna benzer hatırlamadığım bin tane yemek verdim tayfama. Güleryüzümle, titrek ellerimle ve kirli mutfağımla. Kimse gık demedi, yüzünü buruşturmadı, yemek kursu tavsiye etmedi. İşin en ironik tarafı da, yıllar önce gittiğim bir yemek kursundan hepsinin haberdar olması.

Şimdi burada, beni tuhaf yemeklerimle kabul ettikleri ve sevdikleri için teşekkür etmek isterim onlara.

Bunu hak ediyorlar ne de olsa.

Hiç yorum yok: