11 Eylül 2008 Perşembe

SULU ŞAKA OLSAYMIŞ KEŞKE 26 ekim 2007

Çarşamba günü çocukları kreşten aldıktan sonra aheste aheste Eryaman tarafına döNdürdük rotamızı. Daha önceden de söylemiştim ya, polikliniğimiz kapandı ve satılığa çıktı. Gerçi alan da soran da yok ama olsun, kapısının üstüne eğri ve koca harflerle "tadilattayız, kapalıyız" minvalinde bir yazı bile asmışlar. Ben olsam, nasıl insansınız kardeşim, hiç hastalanmıyor musunuz lan neden kimse bize gelmedi, aha bakın bitti işte, şimdi ıhh bulursunuz iğne yapacak hemşire, gibi bir şeyler yazardım. Sonra da söylenen söylene gitti derlerdi arkamdan.

Polikliniğin Kıbrıs'ta yaşayan 4. ortağı dişçimiz Sadiye, satıştı devirdi, bir kaç işi halletmek üzere çarşamba günü Ankaraya geldi, ve bizim tıngır mıngır Eryamana yollanmamız da safi bu yüzdendi. Sadiye hayatta görüp görebileceğiniz en tatlı dilli insanlardan biri. Şİmdi çok düşündüm, "en" ne olabilir diye, en sevimli, en iyi, en komik, en rahat, en olumlu mesela. Ama hayır resmen ve net olarak en tatlı dillisidir diyebilirim. Dadından yenmez yani.. Her neyse, amacımız, hazır Sadiye de gelmişken poliklinikte son bir kez toplanalım ve sevgili işyerimize bir veda edelimdi.

Birçok arkadaşım polikliniği görmemiştir, hatta görmeyi boşverin, benim poliklinik hakkındaki hislerimi, orada çalışanlarla aramdaki elektriği, haftada ya da ne bileyim ayda ne kadar zamanımı polikliniğe harcadığımı filan hiiiç bilmezler. Ne garip geliyor şimdi. Sonuçta 10 yıllık bir yer, Kaya oraya ortak olduğunda çöpsüz üzüm misali bekar bir delikanlıydı. Ben ise adı çok duyulan, bahsi her an geçen ama bir türlü yüzünü göremedikleri sevgiliydim. Saçlarım sarıydı, tartıda da 1 kilo eksik çekiyordum. Çok severek ve özenerek açılan, elemanıyla röntgen aletiyle buzdolabıyla filan bir araya getirilip streç filmle sıkıştırılmış market işi tavuk butları gibi bir bütün, bir paket olan sevgili polikliniğimizi aslında ben çok seviyordum. Öyle ki, bekar evimden kalma üzeri ayak ve el izleriyle dolu kırmızı buzdolabımı çatı katında her görüşümde içim daha da bir ısınıyor, dişçi odasının önünden her geçişte o aletlerin oyma sesi bile bana ninni gibi geliyordu. İşin kötü tarafı ben bu hislerimin farkında değildim. Yani oraya o kadar bağlandığımı, veda ederken gözlerimin yaşaracağını, mutfağındaki kahverengi çay fincanlarının bile ne kadar tanıdık, benden olduğunu filan hiç bilmiyordum. Bilseymişim keşke.

O veda akşamında villanın arka bahçesine masamızı, mangalımızı kurduk, beyler içkileri, hanımlar kola-çaylarını aldılar (o gün öyle denk geldi, yoksa içiyor herkes her birşeyden), çocuklar oradan oraya koşturup dökülen sarı yaprakları hışırdattılar, hamile kedi düşen tavuk kanatlarını götürdü, meraklı ve dövülesi komşular ara ara sese baktılar, ve herkes konuştu, konuştu, konuştu. Gecenin sonlarına doğru diş odasına çıkıp Sadiyeyi çağırdım, hastasıymışım gibi. O da geldi ve dişime baktı. Sonra çocuklar geldi ve Sadiye onların da dişine baktı. Sonra çocuklardan biri hani şu su fışkırtan bir alet var ya, onu yere düşürdü ve alet pıslamaya başladım. Biz de korktuk ve aletin fişini prizden çektik. Ama o pıslamaya ve su fışkırtmaya devam etti. Sadiyenin ve çocukların üstü başı sırılsıklam oldu. Mevlüt abiyi çağırıp aletin icabına bakmasını söyledik, ama o da sadece ıslanmakla yetinebildi. Bunun üzerine Kaya geldi bizi merak edip. Gelenlerin ilk yaptığını o da denedi ve fişi prizden çekmek için yeltendi, hep bir ağızdan "çekiiiik" diye bağırdık. O da üstünü ıslatmakta gayet başarılıydı. Çocuklar dışında sadece ben ağzımı kapamış nefes almadan gülüyordum. Belki de benim dışımdaki herkesin ıslanmış olması sadece bana komik gelmişti. 15 dakika boyunca aletin sesini ve suyunu durdurmaya çalıştılar, sürenin dolumunda alet kendi isteği ile durdu. Geride sayısız ıslak pantolon ve çamurlu bir zemin bırakarak.

Az sonra kalkmaya yeltendik. Mecit, yıllardır yaptığı sünnetlerin hatırası olarak kendine bir sünnet seti hazırlayıp aldı. Sadiye hanım diş ünitinden ufak bir sarf malzemesi almaya karar verdi. Selmayla ben de mutfaktan artık elimize ne geçerse alıp saklamayı düşündük.

Gidiyor vallahi de, hem de içinde Çağlayı ilk tarttığımız çocuk tartısı, Sinanı ilk gördüğümüz ultrason aleti, bir türlü cızırdamadan çalamayan eski püskü el radyosu ile birlikte. Arabamıza binerken aklıma geldi; keşke bir miktar paramız olsa, keşke alabilsek orayı kendimize. Tamam, içini yaptıracak kadar da para olmaz muhtemelen, ama ne olacak poliklinik dekorlu bir evimiz olurdu altı üstü...


Galiba hayatımızda bir dönem sona eriyor. Üzücüymüş beee.

Hiç yorum yok: