25 Ağustos 2008 Pazartesi

SEVİYORUM DEDİ İÇİM 13 eylül 2006

Benim karanlık şehrim olmadan önce bembeyaz geceleri vardı bu kentin. Ama bilet alana tabi, zira o zamanlar da parasız hiç birşeyi beyazlatmıyorlardı. Biletini alırdın, saatler geceyarısını vurduğunda sinemadan içeri adımını atardın ve sabaha kadar ne kadar entel kuntel film varsa -tamam tamam sadece 3 tane + 1 kısa film...- seyreder, sabah da ulan ne demeye böyle birşey yaptım ki zaten yarısında uyumuşum diyerek eve yollanırdın. Ama güzeldi... O kadar güzeldi ki taa 15 yıl önceki o +1 kısa filmi iyi ki izlemişim dedirtir bana -Allahtan kısa film en başta gösterilmiş-. Bu arada klavyemin parantez tuşu çalışmıyor, belli değil mi, bir de soru işareti tuşu, ve hatta harflerin yukarısındaki tüm rakam tuşları...

Her neyse, kısacık filmimizin adı Ankarayı Seviyorumdu. Ayrıntısını yazmayayım şimdi çünkü aramızda Ankarayı sevmek şöyle dursun, elinden gelse Eymir gölünün sularına gömecek bir sürü arkadaş tanıyorum.

Ama ben şehrimi seviyorum.

Hem de pek çok.

Ankara benim düzenli oğlak burcumu en çok tatmin eden şehir. Beni demiyorum, çünkü düzen kelimesini yazarken bile zorlanıyorum, ama evet içimde bir yerler -bu burcum oluyor- seviyorsun işte diyor, sen Ankarayı da düzeni de seviyorsun.

Mesela Dost Kitabevi bambaşka geliyor bana. Her seferinde aklımdan hiç bir kitap ismi geçmeden içine girip salak salak bakınmayı seviyorum. Hem arada kaybolan otobüs kartınızı filan veriyorlar... Dostun düzenine öyle alışmışım ki başka bir kitabevinde her şey darmadağınık görünüyor, ismi aklımdan geçmeyen kitapları dahi bulamıyorum. Bir de çok hoş, Dost kartın hala var olduğunu bilmek içimi rahatlatıyor. Yani şu devirde ilkokul bebelerinde bile kredi kartı varken Dost kartının hala kullanılmasına insan şaşırmıyor değil...

Evimden, eski evimden, yaşlı okulumdan, nereden olursa olsun merkeze yürüyerek gidebilmenin rahatlığını seviyorum. Bacaklar yoruluyor o ayrı ama oldu olacak 4 kilometrekarelik -nasıl hesapladığımı sormayın ben de bilmiyorum- alan içinde yer alan bu merkezin elimin menzilinde olması, e yuh artık sen de sev şu şehri dedirtiyor içime -çok mu yüz verdim şuna ne-.

Yıllar önce otobüsle TBMMnin önünden geçerken, önümde annesiyle oturan bir çocuk meclisi gösterip, aa anne bak hayvanat bahçesi, demişti de kadın çocuğu nasıl susturacağını bilememişti. Bir çocuğun biliçsizce bu kadar bilinçli bir laf ettiği olmamıştır herhalde. Komik kaçmasın ama -kaçacak-, kaçmasın ama -kaçacak işte- neyse kaçsın ama yine de TBMMnin civarda olmasını bazen seviyorum. Hiç işim olmaz ama parkında bira neyin içilmesini de destekliyorum.

Tek dileğim Kızılay ve hatta Tunalıyı abluka altına alan o zevksiz Çin işi Japon işi ucuz malların geldikleri uzak diyarlara göç etmesidir. Bence Ankaradan nefret edenlerin ekmeğine yağ/tuz/biber süren en önemli şeylerden biri budur. Hele ki bu malların şehre giriş noktası olduğunu düşündüğüm Limon Bazaar denilen yerin Eskişehirde, Ankaranın ünlü Limon Bazaarı buraya açılacaktır, şeklindeki reklamını gördüğümde düşüp bayılasım gelmişti.

Ankaranın nesi meşhurdur dendiğinde ben de herkes gibi uzun bir süre duraklıyorum, ebelek gübelek bir şeyler bulmaya çalışıyorum ama hayır işte, ben kentimi keçisiyle, döneriyle veya Limon Bazaarıyla tanıtmak istemiyorum. Bence verilecek en güzel cevap sanane kardeşim yaşayan bilir, gel de sıkıysa yaşadır.

Ya da en iyisi sen kendi şehrini sev, seni bahtı açık insan...

Yazımı, ekşisözlükte bulduğum bir alıntı ile noktalamak isterkeeeeen, alıntının çalıntı olmamasını umuyor ve iyi günner diliyorum;

"kuzum sizi ankara'da ufakken inşaata mı çektiler de, dünyada başka sorun, uğraşacak önemli meşgale kalmamış gibi gelip, bu başlık altında bir şehrin griliğine, çeşitli illere dönüş güzergâhlarına, memuruna, binalarına tebelleş oluyorsunuz?"

Bu yazı, Eymir Gölü kıyısında nafile bekleyen İbo arkadaşıma ithaf olunmuştur...

Hiç yorum yok: